‘Her gün biraz daha çıplaklaşmalı’ dedi Estas Tonne. Altın Ejderha’nın masalını (https://soundcloud.com/balaftuna/estas-tonne-the-song-of-the) çalıyordu. Yağmurun altında, çocukluğumla kucak kucağa, gözlerimiz neşede, gözlerimiz geçmişten ve gelecekten uzakta, gözlerimiz dolu dolu, sihrin tam gözbebeğinde onu dinliyorduk.
Masallar sözsüz de anlatılırmış, ondan öğrendim. Altın Ejderha’nın ruhunu alıp kalbime üfledim. Kalbimden rengarenk ve bambaşka bir masal yükseldi. Bilmediğim bir masal, unuttuğum kendi masalım… Evren ayaklarımın altındaydı ve başımın üzerinde ve ben evrenin içindeydim ve evren benim içimde. Tamdım. Eksiksiz, kendimle el ele ve tam. Bedenim ağlıyordu bir yarayı görünce kalbimin gözleri, sonra nereden geldiği belirsiz bir neşeyle yıkanıyor, yenileniyor, kapanıyordu yaralarım. Kimsenin birisi olmadan, öyle, kimsesizlikte, sadece kulağıma fısıldanan seslerle deri değiştiriyordum. Gökkuşağının Üstü Diye bir Yer Var Biliyor musun? Gökkuşağının üstü diye bir yer gerçekten de varmış, atıp kıyafetlerimi, kimliklerimi, benlerimi atladığım buz gibi göl fısıldadı kalbimin kulaklarına: ‘Gökkuşağının üstüne hoş geldin. Bundan sonra her şey bin bir renkte, bundan böyle her yer çiçek.’ Pamuktan bulutlar, mavi ile tutuşup el ele üstümü örterken kafamı dayadım gölün göğüs kafesine. Gökkuşağının üstüne geçtim öylece. Ama ondan öncesi var belki oradan başlamalıyım. Gökkuşağına tırmanmadan geçtiğim diyarlar, köprüler, ateşler, korlar, uçurumlar, çorak dağ tepeleri ve hüzünden yapılmış sisler var. Yağmurlar, soğuklar, derin korkular ve tabi açan güneşler; hep yeniden, hep sıcacık. Sözlerin anlamını çoğalttığı ve genişlettiği ve yitirdiği yerler var. Gökkuşağının üstüne tırmanmadan önce indiğim derinler. Karanlık dehlizlerimde ışıksız kalmış yerler... Zamanı ve günleri unutacak kadar derinler. Kendi Ateşimi Kendi Ellerimle Yaktım Ses, yoktu. Işık, yoktu. Kendi ateşimi kendi ellerimle yaktım. Kemiklerimi ve kaslarımı, geçmişten taşıdığım ah’larımı yakarak defnettim eskimiş maskelerimi. Kendi cenazemi ve kendi doğumumu yeniden ve yepyeni izledim, seyrettim. Anladım, her gün bir kabuğunu daha toprağa bırakmak demek insan olma sanatı. Anladım, her gün biraz daha çıplaklaşmalı. Kat kat giyindiğim o güven alanlarını sıyırıp atmalı. Biraz vahşileşmeli belki insan olmak, durulaşmak için. Kendimi en çok içimi olduğu gibi yaşadığım anlarda sevdim. Vahşi bir zarafetle çıplak ayaklarımın topraktaki dansını izlediğimde sevdim. Kendimin üzerine çıkıp kendime bakabildiğimde sevdim. Bir çemberin içinde avazım çıktığı kadar bağırırken sevdim. İçimdeki kadınla sarıldım ben üzerimde hiçbir zırh ve korunma olmadan. İçimdeki yaşlı kadın, içimdeki çocuk, içimdeki tüm zamanlarımla dans ettim çıplak ve korunmasız. ‘Özgürlük bu!’ dedim. Özgürlük, herkesin ama en çok kendi yargılarının karşısında çıplak kalıp kendini kucaklayabilmek. Az gittim, uz gittim. Dere tepe düz gittim… Vara vara kendi çıplak benime vardım ve gökkuşağının üzerindeki yerin boşluk ve hiçlik olduğunu anladım. Hiç olmanın çıplak kalmak demek olduğunu ve bir bambu gövdesi misali zihnini şimdiye açık bırakmanın neşe olduğunu. Anladım, gökkuşağının üzerindeki yere yalnızca çıplak kalabildiğinde çıkabiliyor insan ve gökkuşağının üstü diye bir yer gerçekten var. Var. Var. Var! Temmuz-Ağustos, 2017 Avrupa Kundalini Yoga Festivali, White Tantra (Fransa)&New Healing Festivali (Almanya)
0 Comments
|
Yazar'Benim gibi kendisini azıcık da olsa garip hisseden birileri varsa bu satırları okuyan bilmeli ki: Ben, Ben'im, Biz, Bir'iz ve hayatın tek anlamı Ol'duğum(uz) gibi Ol'abilmek. Arşivler
Mayıs 2020
Kategoriler |