‘Acıyı yaz’ dedi bir arkadaşım, Karnımda kırmızı bir deliktir acı dedim. Kalbimin aralıksız koşusuna yetişmeye çalışan titrek ve buz tutmuş ayaklarım, Ağzıma yapışıp kalan korku aromalı o tat, Bir yeraltı mağarasına dalıp, soluk alamadan geçtiğim bir tünel, Sonu başı belirsiz. Karanlığın içinde iki elim yanımda durmak acı Buz gibi esen fırtınada çıplak kalmak Korların içinde yanmayı izlemek Ve açmak gözlerini bir fal taşı gibi İkiye yarıp göğüs kafesimi büzüşen kalbime bakmak bir de. Acı olunca eksiltili cümlelerle bitiyor konuşmalarım Acılı olan her şey ve üç nokta… Yogayla ya da kişisel gelişimle ilgilenen kişilerin hep mutlu, hep neşeli olduğunu düşünmek ne büyük yanılgı. Acı olmasaydı egonun konforlu sularından çıkıp o son durağı hiç belli olmayan yola çıkılır mıydı? Acı çekilmiştir, çekilmektedir ve belki de çekilecektir. Acının kendisi olmaktan vazgeçilmiştir sadece. Kendini acıyla ya da herhangi bir duyguyla tanımlamaktan vazgeçmektir yolda yürümek. Acıyı izlemek, acıyı koklamak, deneyimlemek ve acının yerine şefkat koyabilmeyi öğrenmek: Dengelenmektir. Dönüşüm, acısız olabilir mi? Elbette. Ama bazen acı da verebilir başka bir alana açılmak. Acı, eski kalıbına, dönüştürmekte olduğun ‘sen’lere ne kadar tutunduysan o oranda yükselir. Seni büyütecek olan her duyguya hak ettiği değeri verebilmek ve duygu ne olursa olsun onu kalbinle izlemeyi, bazen de izlemeye dayanabilmeyi başarmak. Kalbim şöyle dedi acıyı seyrederken ‘Şu an acı olduğunu zannediyorsun değil mi? Sen, acı değilsin. Sen, duyguların değilsin. Duyguların sadece yol üstü durakları. Şimdi hayatta acı durağından geçiyorsun ve bu da diğer tüm duygu durakları gibi bir durak sadece. Biliyorum, daraldığını, bunaldığını, sıkıştığını düşünüyorsun… Hayır, bir tünelden geçiyorsun sadece. Mesela diyelim ki bir yeraltı tüneli çıktı karşına, bir dar boğaza geldi yürüdüğün yol. Yürümeye devam et. Acıyı tanı. Yürüdüğün yolu tanı. Yolda yürürken verdiğin tepkileri tanı. Kendini, içinde sıkışıp kalmış ‘sen’leri tanı. Yargılamadan, etiketlemeden, iyileştirmeye çalışmadan, abartmadan, debelenmeden. Çabasız. Sadece izle. Geçiciliğini gör her duygunun. Serbest bırakmak için içinden geç acının. Özüne dayan. Yürümeye devam et. Budur su gibi hayatın damarlarında akmak dediğin. Budur yanmak ve küllerinden yeniden doğmak dediğin…’ Ondan döküldü dizeler kağıdıma ‘Acılı olan her şey ve üç nokta…’ https://www.youtube.com/watch?v=O6OzWPZueAE İstanbul, 2016.
1 Comment
Sevdiklerim Üzerine
Bu mesajı okuyan sevgili dostum, Bu sabah rüzgar süpürmüşken gökyüzünden bulutları ve parlarken yıldızlar evrenin ışıklı gözleri gibi başımın üzerinde ben düşündüm uzun uzun şu hayatın neyini sevdiğimi... İçimdeki orkestradan bir müziktir döküldü önce: https://www.youtube.com/watch?v=puN0ebZfT_k Sonra dedi ki kalbim: Balonları, Ayçiçeklerinin güneşe duyduğu sevdayı, Ayın en dolu halinden alnımın tam ortasına düşen gümüş rengi dokunuşu, Kuşların maharetle kullandığı kanatlarını, Gökkuşağını ve doğanın her rengini, Güneşin doğarken ve batarken hayata saçtığı turuncuyu, Kertenkelelerin minik ejderhalar gibi görünen sevimli yüzlerini Seviyorum. Issız bir iskelede oturup ayaklarımı rüzgarda dans ettirmeyi, Toprak gördüğüm ilk yerde fırlatıp atmayı ayakkabılarımı, Hayatın hınzır metaforlarını, Omzumu öpmeyi bir de Seviyorum. Eski arabaları, Ve hızla giderken o arabaların içinde elimi camdan uzatıp rüzgara dokunmayı Ağaçlara sarılıp onlara sorular sormayı, Gözümün değdiği herkesi kalbimle sarıp sarmalamayı, Derinlerimde yüzmeyi ve hayallerde kanat çırpmayı, Büyük adımlar atarak dünyayı dolaşabilme hayalimi, İnsanları kahkaha atarken görmeyi Seviyorum. İçtenlikle söylenen her ‘Teşekkür ederim’i, her ‘Seni Seviyorum’u, her ‘Özür Dilerim’i, Önüm sıra uçuşan kelebekleri, Gökyüzünde masallar anlatan bulutları, Aşkın gerçek halini, Seviyorum. Zıplayan yeni doğmuş keçileri, Kedilerin asaletini, kulaklarını ve kuyruklarını, Köpeklerin güldüğünü görmeyi, Sarılmaları, sarmalanmaları, Terk edilmiş bir evin doğaya teslim oluşunu, Motorsiklet sürerken boynuma bir şal atıp rüzgardaki dansıyla neşelenmeyi, Ayaklarım patlayana kadar dans etmeyi, Güzel dostlarla hayatı öpmeyi, Seviyorum. Masalları, anlatılmamış tarihi, Çemberler içinde kollarımı açıp dans etmeyi, Meditasyonla sonsuzlukta gezinmeyi, Rüyalarımdaki garip gerçekliği, Özgürlüğüme ket vuran ne varsa serbest bırakmayı, Sınırlarımı teftişe çıkıp, duvarlarımı yıkmayı, dinlemeyi, sorgulamayı Kendimi dönüştürmeyi, Seviyorum. İnsanın, insandaki, doğanın ise tüm yaratımdaki zehiri almasını, Tüm nehirlerin sesini ve sessizliğini, Kalabalıklarla birliği ve hürce tek başınalığı, Huzurun omuzlarımı hafifletişini, Seviyorum. Tamir çantalarını, Kalabalıkta neşeyle yenen yemekleri, Rakıdaki anasonun hatıralarımdaki hoş sedasını, Kalbimden akıp giden sevgiyi hissetmeyi Seviyorum. Nezaketi, zarafeti, bilgeliği, empatiyi ve dürüstlüğü, Çocuk olmayı, Kadın olmayı, Öğretmen olmayı, Yaşlı olmayı, Neşeli olmayı, Seviyorum. Hatırlatmayı insanlara özün ışığını, Hayallerime liderlik etmeyi, Yeni olan her şeye ilgi duymayı ve keşfetmeyi, Yağmur altında dans etmeyi, Rüzgarın tenimi okşayan elini, Kalbimden dudaklarıma akan gülümsemeyi Seviyorum. Hiçbir şeyin tesadüf olmadığını kendime kanıtlamayı, Ayna karşısında kendime sorular sormayı, Kaos içinde kahkaha atmayı, İnsanların içine bakmayı, Taşlardan öyküler çıkarmayı, Dut ağaçlarından dallarına uzanmadan önce izin almayı, Her sabah yeni bir ‘ben’ ile tanışmayı, Seviyorum. Yılın ilk karpuzunu neşeyle dişlemeyi, Yolda yürürken tanımadığım insanlara selam vermeyi, Yeni insanlarla tanışıp, akıllarını dinlemeyi, Sevginin bolluk ve bereketini, Herkesin eşit, hür, özgün ve uyum içinde yaşadığı bir dünya düşüyle keyiflenmeyi, Ezber(imi) bozmayı, Kendimle dalga geçmeyi, Seviyorum. Peki sevgili dostum sen neleri seviyorsun bu dünyada? (Kasım 2016, Güneşli Ev-İstanbul) HAYATIN ANLAMI ÜZERİNE Bu mesajı okuyan sevgili dostum, Sen de sorguluyor musun hayatın anlamını? Hani ne bileyim işe ya da okula giderken hafta içi her gün örneğin. Cuma günlerine aşk duyarak yaşadığın haftalar dizisinde hayatını koşarak ve cömertçe çalıştığın işe hediye ettiğinde. Sıkışık otobüslerde ya da arabanın koltuğunda trafiğin akmasını beklerken? O bitmeyen ‘yapılacaklar listesi’nin başında dururken? Sabahları uykunun en tatlı yerinde telefonunun alarmı çılgınca çaldığında yataktan kalkmak için kendini ikna etmeye çalıştığında? Facebook hesabını açarken ‘Acaba bugün ne tür garipliklerle yüzleşeceğim?’ diye sorduğunda usulca kendi kendine? Katledilen, iftiraya uğrayan, adaletsizliğe maruz kalan insanlarla, karanlığını tüm gücüyle yüzüne püskürten insanlarla aynı dünyada yaşadığını her an hissettiğin bir ülkede yaşarken... İçinde bir bıkkınlık var mı hayata dair? Günlük yaşadığın bu topluca yuvarlanma halinin nereye varacağını düşünüyor musun? Yani merak ediyorum: Burada ne yaptığını sen de sorguluyor musun? Son üç yıldır toplu(m)ca enteresan bir dönüşüm sürecindeyiz. Cenneti kısa süreliğine yaşadıktan sonra derin bir dehlizin içine daldık anlamamıza fırsat bile kalmadan. Bunu sosyal medya sayesinde de hep birlikte yaşadık üstelik. Önce sokakta karşılaştık kendi yansımalarımızla ardından da sosyal medyada. Kolektif düzeyde en derinde yatan korkularımızla yüzleştik. Bu yüzleşme süreci kazının her gün daha da derinleşmesi ile devam ediyor. İşler son günlerde giderek hızlandı ve sertleşti. Önümüzdeki dönem için öngörüler deneyimin daha da yoğunlaşacağı yönünde. Peki tüm bunlar akıp giderken hayatın arka planında ‘Benim burada ne işim var?!’ diye bağırasın geliyor mu? Öğretilmiş çaresizlikler deryasında balık olmanın nedenini sorguluyor musun? SORGULUYORUM Ben sorguluyorum. Hem de her sabah yatağımda gözlerimi açtığım anda. Artık kabul ettim ki her sabah farklı bir insan olarak uyanıyorum. Yani yine aynı Nur’um tabii ki. Yüzüm, ellerim, bedenim minik farklılıklar haricinde aynı. Hayatta kendime iş bellediğim şeyler bir yandan akıp gidiyor. Ama içim... İçim her gün farklı bir şarkı söylüyor. İçim her gün farklı notalarla yükseltiyor sesini. Bazen isteksiz, bazen çok istekli, bazen huysuz, bazen çok neşeli bir Nur buluyorum kalbimin oralarda bir yerlerde. Ve soruyorum kendime: Bugün kim olmayı tercih ediyorsun? Bugün ne yapmak istiyorsun? Bugün hayatına nasıl bir anlam vermek istiyorsun? İsteklerim doğrultusunda kendimi hayata hizalıyorum. Her gün bu sorgu yeniden ve yeniden tekrarlanıyor. Anlayacağınız içimdeki türlü Nur’lar arasında özgür irade ve demokrasi tam gaz çalışıyor :))) İtiraf etmeliyim ki kısa ömrümün büyük bir kısmında hayatın anlamının ne olduğunu düşündüm. Kurumsal ömrümü yaşarken (artık farklı yerlerde farklı ömürler yaşamışım gibi geldiğinden böyle ifade ediyorum hayat evrelerimi) her akşam Zincirlikuyu mezarlığının giriş kapısındaki ‘Her canlı ölümü tadacaktır’ yazısının önünde o sıkışık trafikte beklerken özellikle ‘Madem her şey bitecek bir gün, o zaman bu çaba niye?’ diye kendime defaen sordum. Spiritüel yolculuğa çıkmama vesile olan ‘Ben kimim?’ sorusuna eşlik eden en temel sorularımdandı ‘Hayatın anlamı nedir?’ HAYATIN HİÇBİR ANLAMI YOK Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim ve bu sorumu son yıllarda şöyle yanıtlamaya başladım: Hayatın hiçbir anlamı yok. :) Yok nihilist falan değilim :) Kendime göre gerçekçiyim. Bana göre hayata dair mevcut tanımlamalara sığdırabileceğimiz salt ve genel geçer bir anlamdan söz etmek mümkün değil. Hayat dediğimiz şey, insanlığın uydurduğu zaman kavramı ile ölçülen bir geçiş süreci yalnızca. Hayat dediğimiz şey yine bizim uydurduğumuz bir tanım gibi geliyor ayrıca. Çünkü tek bir hayat içinde onlarca, yüzlerce, binlerce ömrü, evreyi, kimliği, yaklaşımı deneyimliyoruz. Şunu kabul ettim: Hepimiz aynı yerde yaşıyor gibi görünsek de aslında hepimiz kendi gezegenimizde yaşıyoruz. Kendi gezegenimizin atmosferinden hayatı gözlüyor ve yine kendi gezegenimizin kurallarıyla, öğrenmişlikleriyle hem de günlük olarak yorumluyoruz deneyimlerimizi, bize söylenenleri, okuduklarımızı, gördüklerimizi. Bunu minik bir deneyle kanıtlayabilirim size. Birkaç arkadaşınızla bir parka gidin örneğin ve gördüklerinizi sıralayın birbirinize. Bir süre sonra ne kadar farklı detaylara dikkat ettiğinize siz de şaşıracaksınız. Ya da derinlikli bir konuşmayı dinleyin hep birlikte. İki kişinin bile birbirinden farklı noktalara dikkat ettiğini göreceksiniz. Hayat bizim onu gördüğümüz gibiyse hayata anlam kazandırabilecek olan tek şey de bizim tercihlerimizdir. Bir Afrika atasözü vardır ‘Müzik değişince dans da değişir’ der. Buradan hareketle şunu söyleyebilirim ben de: Tercihlerimi değiştirdiğimde hayatım da değişir. Bir şeyi yapmak ya da biri olmayı tercih etmek konusunda uyguladığımız değişim, hayatı algılama ve anlamlandırma biçimimizi de dönüştürür. Hayatın tek anlamı her sabah uyandığımızda kim olmaya karar verirsek o yönde yeniden şekillenir. Sevgili Senem, geçtiğimiz günlerde yaptığımız bir Skype görüşmesinde yine enteresan bir davetle karşıladı beni: ‘Kişisel Manifesto’nu yazmak’... Ben daveti duyar duymaz da Skype görüşmesi kesildi. Nasıl korktuysam kim olduğumu kendime ilan etmekten :)))) Bu çalışmanın cürreti beni biraz sarstı açıkçası. Tanımlardan uzak duran bir insan olarak kendimi ‘Ben böyleyim, ben şöyleyim’ diye tanımlamaktan çekindim ilk başta. (Her şeyi sorgulamazsam çatlarım çünkü :D) Sonra hayatın anlamı üzerine düşündükten sonra hayata ne anlam verdiğimi yazmanın ne kadar faydalı olacağı konusunda ben de Senem’le aynı noktaya geldim. Ve oturdum kendime bir manifesto yazdım. Ben bu hayatta, ya da benim deyimimle kendi gezegenimde nasıl var olmak istiyorum? Ne yaparak, kim olarak hayatın neresinde durmak, hayata hangi pencereden bakmak istiyorum? Yazma süreci kendimde yine bir sürü noktayı keşfetmeme vesile oldu ve bu yüzden de bu çalışmayı sizinle paylaşmak istedim. Çünkü hayatın gerçekten de bir anlamı yok. Tüm bu olanların... Anlamlı olan tek şey bizim kim olmayı tercih ettiğimiz ve kendi gezegenimizi ne kadar kapsayıcı, ne kadar renkli tuttuğumuz. Anlamlı olan bu dünyadaki zamanımızı ne yaparak geçirmek istediğimize karar vermek... Tabi bu kendime notum. Sorgulama görevi yine size ait. Işık rehberimiz olsun. Sevgimle, https://soundcloud.com/breathelove/08-har-ji-krishan-liquid-mix (Kasım 2016, Güneşli Ev-İstanbul) KENDİN OLMA SANATI Doğru, yanlış, iyi, kötü ve tüm tanımlamalar üzerine bir deneme. Bu mesajı okuyan sevgili dostum, İnsan, farklı olduğu için değil kendi doğasına aykırı davrandığı için acı çeker. Acının son bulmasının tek yolu kendi doğanı bütünüyle tanımaktan geçer. ‘Ben kimim?’ sorusu felsefe doğduğundan beri defaen soruluyor. İnsan, her şeyi tanımlayarak anlıyor. Fakat bazen yapılan tanımlar öylesine genel geçer bir hal alıyor ki özgünlük kavramı tamamen unutuluyor. Yuval Noah Harrari tarafından kaleme alınan Saphiens kitabını okuyorum bir süredir. Bu sıra dışı bilgilerle donanmış kitapta, son dönemde yapılan arkeolojik antropoloji araştırmaları sonucunda dünyada ‘insan’ olarak tanımladığımız türün yalnızca Saphiens olmadığı, Saphiens ile birlikte başka türler olan Neandartal ve Homo Erektus kalıntılarının da bugünün insan nüfusunda genetik farklılıklar doğurduğunu söyleniyor. Örneğin, modern Ortadoğu ve Avrupa dünyasının DNA’sının yüzde 1 ila 4’ünün Neandartal DNA’sı olduğuna ilişkin tahminler bana göre bugün yaşanan savaşların, yıkımların ve kaosun tercümanı niteliğinde. Buna göre, tek bir insan ‘türünden’ dahi bahsedemiyorsak nasıl genel geçer tanımlarla insanları (ya da kendimizi) kategorize edip, ‘insanlık hastalıklarının tümünü’ (ya da kendimizi) ‘sayısal olarak doğru görünen’ tedavi yöntemleriyle 'iyi'leştirebileceğimizi söyleyebiliriz? Peki ‘Ben kimim?’ gibi varoluşsal soruları genel geçer şekilde yanıtlayabilir miyiz? Ben de pek çok filozof gibi bunun mümkün olmadığı sonucuna varıyorum. Her insan kendine özgüdür. Kendi olma sanatını öğrenmek isteyen ‘kahramanın’ varoluşuna ve varlığına ilişkin genel geçer soruları ve bunların yanıtlarından doğan tanımlamaları gözden geçirmesi birincil aşamadır. Doğru, Yanlış, İyi ve Kötü Üzerine Bir başka sorunsal da doğruyu, yanlışı, iyiyi ve kötüyü tanımlamak... Kime göre ve neye göre doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü? Bunu ancak mümkün olduğunca, tarafsız yani nötr bir zihinle, farklı görüşleri okuyup, dinleyip, takip edip, titizlikle bir potada toplayıp tüm bu aşamaların ardından kendi analizini yaptıktan ve üzerine kendi deneyimini yaşadıktan sonra anlamak mümkündür. Bu çıkarımın bir sonraki deneyimde doğruluğunun ya da yanlışlığının aynı şekilde kalacağına ‘emin olmak’ ise her zaman mümkün değildir. Çünkü önce soru gelir. Yanıtın ne olduğuna karar vermeden önce çok boyutlu, bol katmanlı şekilde bilgiye ulaşmak gerekir. Bilgi işe yarar ve yaramaz diye zihin tarafından süzgeçten geçirilir. Mantık, süreci onaylarsa karar davranışa yansır. Davranış, kalpte sıkıntı değil ferahlık yarattıysa (burada sezgiler önemli bir rol oynuyor) verilen karar o an için ‘doğru’dur. O an için ama. Çünkü bambaşka bir deneyimde aynı bilgiyi kullanmanın yanlış olabileceği konusunda sezgin seni uyaracaktır. Ne güçlü bir öğretmendir şu sezgi :) Kalp ferahlığı ve kalp sıkıntısıyla kendine ait bir dili vardır. Böylece hayatın her anında, her daim, anda her ne oluyorsa ona yüzde 100’ünle odaklanma ve doğrunun, yanlışın tanımsız gözlemini yapma evresi başlar. Bu evre son nefese kadar devam eder ve bilgelik kazanmak dediğimiz evrenin ta kendisidir. Fakat eşzamanlı olarak, malum hayat akmakta olduğundan, bu gözlemler belli bir birikim kazanır. İşte o vakit bir sonraki aşamaya geçilir: Artık kendi tanımını bulmak üzere içine doğru yolculuğa çıkmanın zamanı gelmiştir. Bu yolculukta doğru, yanlış, iyi, kötü kavramları yeniden oluşacak ve kişi aslında bu hayatta gerçekten yapmak istediği her neyse onu yapmaya yönelecektir. Bu deneyimler bütünü onu ‘kendisi gibi olmaya’ doğru özgürleştirecektir. Ne dedik? İnsan kendi doğasına aykırı yaşadığı için acı çeker... Acı çektiğin her yer seni kendi olma sanatına götüren bir köprü gibidir. İnsan, ancak yaralarına bakarak onları iyileştirebilir. İçine mikroskopla bakmak Acılarına mikroskopla bakarken ya da basitçe hayatın rutininde verdiğin tepkilerin derinlerine inip kendi doğanı anlayabilirsin. Bunu yine tarafsız gözle yapabilmek için tüm dikkatini verdiğin tepkilere odaklamak vazgeçilmez bir gerekliliktir. Kendini akışın dışında, yani anın gerisinde ya da ilerisinde, başka bir deyişle kafanı başka bir yerde, geçmişte ya da gelecekte bulursan bil ki bir hazine yakaladın. Hemen ‘Nasıl hissediyorsun?’ diye sor kendine. ‘Kendini şu an nasıl hissediyorsun?’ Evet aynen bir dostuna sorar gibi. Şayet masumiyetle ve en saf haliyle görmek üzere sorarsan orada bir duygu küresi bulacaksın. Diyelim ki en yakın dostunla birliktesin ve sana yaşadığı aşkı heyecanlı heyecanlı anlatıyor. Aklın bir anda başka yerlere kaymaya başladı. Yine diyelim ki ‘Sen böylesi heyecanlı aşkı yaşamayalı ne kadar oldu?’ diye düşünmeye başladın. Hemen bu düşünceni al ve kendine sor: ‘Nasıl hissediyorsun?’ Yüzeylerden ‘Bilmem. (bu bilmem de ne önemli bir kelimedir. Adeta egoya giriş kapısı :))) ‘Üzülüyorum işte’ gibi bir yanıt alabilirsin. Tebrikler! ‘Kendini Kurbanlaştırma’ kalıbının ilk katmanına daha ilk adımda ulaştın! İşte bu senin öğrenilmiş kimliğinin bir katmanı. Kendini kurbanlaştırma. Kötülüklerin anası gibi geliyor kulağa :) Bu kalıbı (ya da benzerlerini) yakaladığında benim son dönemde sürekli uyguladığım bir yöntemi sen de deneyebilirsin. Örneğin kendimde kıskançlık yakaladım. Öncelikle bunu reddetmemeye çalışıyorum. :))) Bunu başardığım an durumu olduğu gibi kabul ediyorum ve hemen derin nefesler alıyorum. Duygumu iyice inceleyerek ‘Bu duygu ve düşünce kalıbıyla ilgili tüm negatif bağımı kesiyorum, yerine sevgiyi koyuyorum’ diyorum. Ve zihnimde kıskançlıkla ile ilgili tüm bağımın benden uzaklaştığını canlandırıyorum. Acı çekmek iyi midir? Yoksa kötü mü? Burada bunu yakaladıysan işte iyi ve kötü kavramını da sorgulamanın zamanı geldi demektir. ‘Bende bunun olması iyi mi kötü mü?’ İkisi de değil. Bu benim öğrenilmiş kimliğimdeki bir bilgiydi yalnızca. Belki genetik olarak aldım, belki bir yerde böylesinin doğru olduğuna karar verdim, belki kolektif bilinç böylesini emretti. Ne önemi var? Kendimi kurbanlaştırdığım her an empati kurmayı da öğrendim. Çünkü acı çektim. Bu acı çekmemi iyi mi yapar kötü mü? Her durum yalnızca ‘var’. Bunu iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış yapan bizim kararlarımız. Böylesi bir güçteyiz aslında. Her şeyi dilediğimiz gibi yaşama gücü. Çünkü özünde o arkadaşının yaşadığı deneyime tanıklık etmek, hislerini samimiyetle onunla paylaşmak, birbirini yükseltmek, Yogi Bhajan’ın deyimiyle, birbirine kaldıraç olmak var. Bu düşünce kalıbıyla bağını kesip özgür kalmak istemez misin? Desteklemek ve destek görmek, sevmek, paylaşmak, yükselmek ve yükseltmek, öfkeyi şefkatle şifalamak, korkuların yerine büyük kanatlar takmak ve kanatlananlara şahit olmak... İnsanın gerçeği, asıl doğası budur. 'İnsan en yıkıcı cinstir’ diyen dostlarım var. Yıkıcı olan insanın evrim geçirmediğine inanıyorum. Hala genlerden gelen eski kodları bir kere olsun sorgulamamış olan bir insanın ilerleme kaydedebilmesi (ki bu evrimsel bir iç güdüdür aynı zamanda), önce insan sonra kendi olma sanatını öğrenebilmesi için sorgulamayı da öğrenmesi gerekir. Sorgu, evrimin temelidir. Yogi Bhajan dersten önce yaptığı bir konuşmasında ‘Buraya bildiklerinizi unutmaya ve gerçekleri hatırlamaya geldiniz’ der. Gerçekleri hatırlamak için, sana öğretilmiş her şeyin toplamı olan sınırlı kimliğini önce en çıplak haliyle görmen, ‘eksiksiz’ kabul etmen, özünün yönlendirdiği şekilde kendine şefkat göstererek yeniden yapılandırman gerekir. Tüm bunlar için de cesaretle sorgulaman gerekir. O zaman gerçek nedir, senin gerçeğin nedir bunu hatırlayabilirsin. Alınan eğitimler, yapılan pratikler yalnızca basamaklardır. Varılacak bir yer yoktur. İçinde kalınacak bir hal vardır: O hal, yalnızca kendin olarak kabul edildiğin cennetin ta kendisidir. İstanbul, Ekim-Kasım 2016 Güneşli Ev. https://soundcloud.com/whitesunmusic/01-trinity |
Yazar'Benim gibi kendisini azıcık da olsa garip hisseden birileri varsa bu satırları okuyan bilmeli ki: Ben, Ben'im, Biz, Bir'iz ve hayatın tek anlamı Ol'duğum(uz) gibi Ol'abilmek. Arşivler
Mayıs 2020
Kategoriler |