Bu satırları okuyan sevgili, Fransa’daki Kundalini Yoga Festivali’nde, White Tantra’nın 2. gününün akşamında uykuya yattım ve yatar yatmaz yorgunluktan hemen uykuya daldım. Rüyamda bilmediğim bir yerdeyim ve hapishanede 5 ay geçirmeye hazırlanıyorum. Hapishaneye gireceğim hissi öyle yoğun ki, dışarı çıkamayacak olmanın, rüzgarı yüzümde hissedemeyecek olmanın ağır acısını en gerçek haliyle yaşıyorum. Bir yandan da rüyanın içinde kendimle konuşuyorum: ‘Nur, biliyorsun ki bu sadece bir rüya ama aslında sadece bir rüya değil. Sana, bu hayatı ve insan bedeninde olmayı hapishane olarak gördüğünü anlatmaya çalışıyorum. Kendini hapiste hissediyorsun. Kendine yarattığın depresyon, acı, kontrol etme merakı hapishanelerine girip girip çıkıyorsun. Öyle çok acı çekiyorsun ki buralarda, oradan çıktığında da yeniden hapishanene döneceğin korkusu bastırıyor boğazına bu kez. Korku titreşimini bırakıp bu histen özgürleşmenin zamanı geldi. Zihnin dört duvarı arasında kalma, tek bir noktaya sabit bakma, kendi acının içinde koşturma dönemin bitti. Şimdi bilinçli bir tercih yapma zamanındasın. Hapishanenin kapısından çıkıp gitmeyi artık seçme zamanın geldi.’ Sabah, White Tantra’nın 3. gününe bu bilgiyle gözlerimi açıyorum. Yorgun yatmıştım, yorgun ama kararlı uyanıyorum. ‘Bugün, kendime destek olmaya hazırım.’ 3000 kişiyle yine yan yana ipe dizilmiş inci taneleri gibi oturuyoruz yerlerimize. İki gün fiziksel olarak da zihinsel olarak da çok yoğun deneyimlerden geçtik. Kollarımız havada, belli açılarda 31 ve 62 dakikalar geçirdik. Kimisi çok uzun ve zorlayıcı kimisi çok akışta ve rahatlatıcıydı. 3. gün çok sakin olacak diye dedikodular işittik. Zihin garip bir yapı. Yapacağı meditasyonun bile dedikodusunu yapabiliyor 😊 Oysa White Tantra bu. Kimine sakin ve kolay gelen, kimi için olağanüstü zorlayıcı olabiliyor. Meditasyon başlıyor. 62 dakika. Ellerimiz dua pozisyonunda kalbin önünde nefes alacağız. Nefesler 1 dakikalık olacak. 20 saniye al, 20 saniye tut ve 20 saniyede serbest bırak. Kolaymış diye insanların rahatladığını görüyorum. Benimse içim sıkışıyor. İçimde isyanlar başlıyor. Meditasyon başlar başlamaz çevremdeki insanların kapılarını kapatıp evlerine gömüldüklerini hissediyorum. Sıkıcı bir yalnızlık duygusu çöküyor içime. ‘Çok sıkılıyorum’ diye bağırıyor bir yanım. O yanım, çocukluğum, fark ediyorum. Kendi başımayım 3000 kişinin arasında. Kendimi çocukken de kalabalıkların içinde tek başıma hissederdim. Bu kalabalıkta da kaybolmuş gibi benim dışımdaki her şey. Kıpırdanmak, sıkıştığım bu histen kurtulmak istiyor içimde bir şeyler. Bedenimde bütünden ayrı kalmanın acısını buluyorum. Kıpırdamıyorum, çıkmıyorum meditasyondan, gelen bu hisse direnmiyorum ama tam manasıyla bedenimin içinde kalmadığımı da hissediyorum. Hapiste olma duygusunu yaşıyorum çünkü. ‘Beni oyalayacak bir telefon, whatsapp mesajları, başkasının sorunları, yemek yeme, su içme derdi, tuvalet, uyku ve hatta bedenimi yoran bir postür olmadığında yani her neyse kendimi oyaladığım ortadan kalktığında ben kim oluyorum?’ Kimim ben? Dışarıdan aldığım dürtüler olmadan ben kimim? Sıkışıyor tanımlarım. Kabukların içinde, zihnimin kutuları içinde bir sıkışma ve patlama anı yaşıyorum. Sırtım acımaya başlıyor. Hiç hareket etmeden durduğum o pozda, geçen 2 gün boyunca bedensel acıya neden olan pozlardan daha fazla acı çekiyorum. ‘Biri beni içimden dışarı çıkarsın!!!’ Acıya doğru nefes alıyorum. Bir süre sonra her his kayboluyor. Ben de kayboluyorum. Kaybolunca rahatlıyorum. Meditasyonun bittiğini ‘Derin nefes al.’ anonsu ile anlıyorum. O arada ne oldu bilemiyorum. Sanki kapının kilidi açılıyor ve ben meditasyondan çıkıyorum. Kendimi dışarı çıkarıyorum. Yere belirli belirsiz basıyorum. Sanki bedenimin pek bir ağırlığı yok gibi. Anlıyorum ki çıkmışım yine bedenimden. Ayak tabanlarımı hissetmeye çalışıyorum yürürken dönmek için. Geçen yıl tanıştığım Rus bir arkadaşım ile karşılaşıyorum. Ben yaprak gibi uçuşurken onun yere sağlam sağlam bastığını görüyorum. ‘Yogi’ diyorum; ‘Ben uçuyorum sen nasıl bu kadar topraklı kalabiliyorsun?’ Gülüyor ‘Bazıları için bedende kalmak çok dramatik, çok acı verici. Oysa herkes kendi filminin içinde yaşıyor. Olanı değil, geçmişinin filtresiyle olduğunu zannettiğini yaşıyor ya da yaşadığını sanıyor. Kendi filmini durdur, gerçeği gör’ diyor gözlerimin içine gülerek bakıp. Kendi bedeninde olan biri, bizzat deneyimlediği bir durumu, kendinden emin bir şekilde böylesi güçlü meditasyonların ardından söylediğinde o söyleneni bilinçaltı duyuyor gerçekten de. Bilinç sıçraması yaşattı mı biri ya da bir deneyim sana görmekten kaçamıyorsun. Sanki kafamın üzerinde neon ışıkları patlıyor o anda. Neon ışıkları bu konuşmadan sonra bana kendi senaryomu göstermekten bir an olsun vazgeçmiyor. 3. günün geri kalanını bu senaryoyu gözlemleyerek geçiriyorum. Kendi filmimi izliyor, ne hissetmeyi seçtiğimi, ‘hayat zor’, ‘yaşamak meşakkatli bir iştir’ gibi inanç kalıplarımı, kapıldığım kurban psikolojisini ve benim için en önemlisi depresyona ve dramaya olan bağımlılığımı fark ediyorum. Neden depresyonu dönüp dolaşıp seçiyor zihnim? Neden durmaksızın kendi geçmişimden kurgularla kendimi acıtıyorum? Bunlar olmazsa var olmadığıma mı inanıyorum acaba? Depresyonum ve dramam olmadan görülmeyeceğimi mi sanıyorum? Neden bu kararı almış olabilirim? Fark ettiklerimden utandığımı hatta suçluluk duyduğumu da fark ediyorum üstüne. Fark ettiklerim beni çıplak bırakıyor. ‘Kimim ben?’ sorusunun yanıtı sürekli değişiyor. Farkındalık dört bir yandan dalga dalga vuruyor yani 😊 ‘Şifalanmaya kendimi açıyorum, şifalanmayı seçiyorum’ diyorum her bir gördüğümden sonra. Şefkatten başka çıkış yok bu kalıplardan, artık biliyorum. Depresyona ve Dramaya Bağımlı Olabilir mi İnsan? White Tantra bitiyor ve ertesi gün uzun zamandır takip ettiğim ve bağımlılıklarla ilgili çalışma fırsatı yakaladığım Mukta Kaur’un atölyesine gidiyorum. Soruyorum Mukta’ya ‘Depresyona ve dramaya bağımlı olabilir mi insan? İnsan derken kendimden bahsediyorum’ diyorum gülerek. Sanırım bu yüzden bir türlü topraklanmayı kabullenemiyorum.’ ‘Fark etmene çok sevindim’ diyor Mukta. ‘Depresyondayken sen, kendi dramana takılıp kalmışken kime ne faydan olabilir? Ama fark ettin ya artık, yardım gelecek ve her şey yoluna girecek. Pratiğine devam et ve pratikle deşarj et biriktirdiklerini. Güvenmeye devam et. Yardım yolda, bundan hiç şüphen olmasın.’ Birinin, kendi ışığı ile parlayan birinin özellikle gözlerinin içine bakıp ‘Her şey yoluna girecek’ demesi nasıl hafifletici bir umutlanma hali sevgili, anlatacak söz bulamıyorum. Endişelerden uzakta birinin ‘hayatın güvenilir olduğunu’ sana söylemesi nasıl rahatlatıcı... Bu olayın üzerinden bir hafta kadar geçiyor. New Healing Festivali’ne geliyorum. Gongları çıkarıyoruz ve kendi aramızda over tone’lu, gonglu, mantralı ve şiirli bir jam session yapmaya başlıyoruz. O sırada Almanya’nın bilinen ses şifacılarından olduğunu sonradan öğrendiğim Mario çıkıp geliyor. Bana bir haller oluyor adam gelince. Resmen kendime engel olmasam kaçıp gideceğim. İnsan, bazen en çok şifacısına direniyor. Özellikle de mesele en derindeyse. Mario gong çalıyor uzun uzun. Ben bir gidiyorum, bir geliyorum. Duramıyorum Mario’nun yanında bir türlü. İçimde garip bir kıpırdanma. Sonra biraz daha vakit geçiyor. Vakit gece olduğunda leziz tınılar çalınıyor kulağıma. Matthias ile müziği takip edip bir minik tipi çadırının içine giriyoruz. Girer girmez Mario’yu görüyorum. Geri geri gitmek istesem de bana doğru baktığını ve beni oturmaya davet ettiğini görüyorum. Konuşmuyoruz. Önce çadırın ortasındaki yatağa ilişiyor gözüm. Yatağın altı tellerle dolu. Arkadaşlarımızdan biri yatağın altına geçip tellerden harp benzeri sihirli bir müzik yapıyor. Müzik beni sarıp sarmalıyor. Huzurla, hayran hayran sesi dinlerken beni uzanmaya davet ediyorlar. Yatağa boylu boyunca yatıyorum ve sihirli bir müzik akord ediyor bedenimi. Ameliyattan sonra özellikle karın bölgemde büyük değişiklik oldu. Sanki frekansı değişti. Hep bir sertlik ve huzursuzluk hissediyordum açılan bölgede. Kendimi hapishanede gördüğüm rüyadan bu yana da ayak tabanlarımı pek hissedemez olmuştum. Hemen White Tantra’daki köklenme niyetim düşüyor kalbime. Müzikli yatak beni kucaklıyor ve karnımda, ayaklarımın altında titreşimlerle değiştirmeye başlıyor bedenimin şarkısını. Mario o sırada overtone dediğimiz kendi kalbinin şarkısını söyleyerek gong çalıyor. Bir boyut açılıyor odada. Harp, gong, insan sesi, ötesinin sesi ve enerjiler birbirine sarılıyor. Göğüs kafesimdeki, karnımdaki kilitleri bir bir açan bir müzik bu. Tüm bedenim gevşiyor. Yumuşacık oluyorum. Direncim uçup gidiyor. Seansın yeterli olduğuna inandıklarında duruyor her iki şifacı da. Yataktan esneyip kalkıyorum ve Mario’nun yanına oturuyorum. Mario gözlerimin içine bakıyor. ‘Kendimi çok rahatlamış hissediyorum’ diyorum. ‘Mario, bana söylesene ben neden bedenimden çıkmak istiyorum?’ Mario ‘Acını gördüm. Acı sana ait değil ve sen artık ondan özgürleşebilirsin’ diyor. Ellerimden tutuyor ve bilmediğim bir dilde yüksek sesle bir şeyler söylüyor bedenime doğru. Zihnime söylemediğini biliyorum bir şekilde. Sözler bedenime çarptıkça kalçalarımın üzerinde bedenimin ağırlaştığını hissediyorum. Bedenimin içine oturduğumu hissediyorum. Göğüs kafesimin içine yerleştiğimi. Belki garip geliyor bunları okumak sana. Kendin de deneyebilirsin. Bedenimizde olmadığımızda kalça kemiğinin üzerinde hissettiğimiz ağırlık bambaşka oluyor. Ayak tabanlarımızı hissetmiyoruz yürürken. Oysa bedenin içine yerleşmeden bu dünyada tam olarak var olmak mümkün değil. Neşeyi, kahkahayı hissetmek mümkün değil. Ben o gece, o tipi çadırının içinde bedene inmek ne demek deneyimliyorum. Bunun aslında rahatlamak ve güvenmekle mümkün olduğunu anlıyorum. Ben o gece, kendime söylemekten çekindiğim, kendimden gizlediğim kalıplarımı görme cesaretini göstermenin şifanın önünü nasıl açtığını görüyorum. Ben o gece kendi hapishanemin kaçtığım her şeyle örülü bir illüzyon olduğunu, hayatta yüzde yüzümle var olmanın bu hapishaneden tek çıkışım olduğunu öğreniyorum. Sevgili, bugün tüm bunları toparlayıp yazıya dökmeden önce meditasyon yaparken bir vizyon gördüm. Sahilde beyaz bir taş parçasıyım. Her dalgayla sahile doğru sürüklenen ve her dalgayla şeklini biraz daha değiştiren bir taş parçası. Dalganın şekillendirdiği bir taş parçası gibi bırakmayı öğreniyorum kendimi. Her dalgaya, dalganın bana kazandırdığı şekle ve gideceğim yerin yine O olduğu bilgisine güvenerek. Sadece rahat bırakıyorum kendimi. Bırakıyorum bir çocuk bulsun beni, çıkarsın denizden, sahile bıraksın, kumların üzerinde öylece kalayım. Öylece kalmayı da dalga kadar deniz kadar kabul edeyim. Güneşin tadını çıkarayım bu kez de. Rengim değişsin, dokum değişsin. Sonra başka bir çocuk gelip beni tekrar denize atsın. Denizin yüzeyinde kayarak yeniden ulaşayım derinliklere. Ve bileyim ki dalga yine gelecek. Ve bileyim ki ben yeniden vuracağım kıyıya sırf O’na ulaşmak için. Bileyim ki şeklim bambaşka olacak o zaman da. Ben sadece rahatlamalı ve teslim olmalıyım dalgalara. Bırakmalıyım ki deniz beni istediği gibi şekillendirsin. Ben sadece olmalıyım, olabildiğim gibi. Bir taş gibi, kendi içimde yoğun ve kendi yolumda sapasağlam. … Sat nam. Hamburg, İstanbul, Kuşadası 2018
0 Comments
Bu satırları okuyan sevgili,
Sanırım yavaş yavaş öğrenmeye başladığım bir şey var: Akışla uyum içinde olmayı başarırsam, yani direnmezsem olana, kabul edersem olduğu gibi deneyimi, o zaman her daim doğru zamanda, doğru yerdeyim. Duygularım ve fiziksel deneyimler de buna dahil. O zaman yanlış yerde, yanlış zamanda olma, yanlış yapma ihtimalim yok, zira özellikle o anlarda yanlış diye bir şey yok. Guru Nanak’a sormuşlar ‘Cami mi, kilise mi, tapınaklar mı daha kutsaldır?’ diye. Nanak, O’nun olmadığı, sevgisinin değmediği, kutsal olmayan tek bir yer var mı?’ diye yanıt vermiş. Görmeye açık olduğumda, ki bu ancak rahatlamayı başarırsam mümkün, o zaman ilahi akışı biliyor, hatta o akışın kendisi olduğumu, o akıştan ayrı olmadığımı içimin en derininden hissediyorum. Her yaşananın kutsallığını Nanak’ın dediği gibi görebildiğimizde yargının ötesinde bir yere taşınabiliyoruz gerçekten de. Yargının ötesinde özgürlük var. Neşe var, sevgi ve güven var. Kaynak tarafından sevildiğimi, korunduğumu, ‘evde’ olduğumu tümüyle hissettiğim anlar onlar. Bazen kaybolsa da her gün daha uzun süre deneyimlediğim o bütünlük alanı... Bu yıl ikinci kez katıldığım, Almanya’da düzenlenen New Healing Festivali’nde bir hafta süresince hem mantra ve meditasyon üzerine atölyeler yaptım hem de Gong Tapınağı’nda gong çaldım. Bu bütünlük alanında zamansız bir zaman geçirdim yani. Her anı şifayla, sevgiyle, sarılmalarla ve paylaşımla geçen bu haftada ihtiyaç duyduğum pek çok konuda çok kıymetli olduğunu bildiğim rehberlikler aldım. Özellikle de bu festivalin öncesinde katıldığım Fransa’daki Uluslararası Kundalini Yoga Festivali’nde White Tantra gibi 3 günlük derin bilinçaltı çalışmasını deneyimleyerek bu festivale geçtiğim için bilinçaltım festival süresince sanki gözlerimin önüne serilmiş bir çarşı gibiydi. Fark edebildiklerimi, bu bütünlük alanından alabildiklerimi (ya da aldığımı zannettiklerimi 😊) seninle dilim döndüğünce paylaşmaya çalışacağım. ÇEMBERİN İÇİNDE YER ALMAK Bu deneyimlerden beni en çok etkileyenlerden biri Uria Tsur ile yaşadığım çember deneyimleri. Uria Tsur, İsrail’den bir müzisyen. Bütünlük alanını açan spiritüel sanatçılardan ve kalbime sorarsan ruh ailemin en güzellerinden biri. Bana ‘Sister’ diye sarıldığında binlerce yıllık dostluğunu hissettiğim ve kanatlarımı tamir edip, açmama yardımcı olacağını bildiğim bir melek. New Healing Festivali’nde Uria çemberler yapıyor. Çemberlerde geçirdiğimiz eski zamanları bize hatırlatıyor. Hani en gerçek halimizle içimizi döktüğümüz, desteklendiğimiz, sarmalandığımız zamanları. Festivalin 2. ya da 3. günde çaldığımız gongların sesi kalbimde titrerken bir çağrı hissettim içimin derininde ve hiç sorgulamadan kalkıp derhal çağrının nereden geldiğini bile hiç düşünmeden yürümeye başladım. (Zihni susturmak bazen çok iyi geliyor.) Elinde gitarıyla yine bir çember açmış Uria’nın yakınında durdu ayaklarım. Çembere yaklaştım, çember doğal bir salınımla açıldı ve beni içine dahil etti. Deneyimlerin içine çekildiğimiz o kutsal anlardan birinin kapısından geçtiğimi bana anlatır gibi çemberin içine oturur oturmaz tüylerim diken diken oldu; kalbim ‘zihnimin anlamadığı şekilde’ at koşturur gibi küt küt atmaya başladı. KALBİNİN ŞARKISINI SÖYLEMEK KOLAY MI? Tam da o sırada Uria gitarıyla bir ritim tutturdu ve dedi ki ‘Şimdi çemberdeki dostlardan biri ayağa kalkacak, mikrofonu eline alacak, gözlerini gözlerimize değdirecek ve bu ritimle kendi kalbinin şarkısını bize söyleyecek. Eğer bu söylediklerim içinizde bir heyecan ve korku yarattıysa sizi bunu özellikle deneyimlemeye davet ediyorum.’ Kalbim atma hızını cümlenin bitmesiyle 3 katına çıkardı. Bedenim titremeye başladı. Zihnim ne olduğunu anlamıyor fakat bedenim telaş içinde bana şöyle diyordu ‘Sakın ayağa kalkayım deme! Sakın sakın beni bunun içine atma! Bak sakın diyorum! Görülmek istemiyorum. Ben şarkı söyleyemem! Hele insanların önünde hiç söyleyemem! Her şeye atlamak zorunda değilsin! Saçmalamaaa! Hayırrr!’ Ve elimi kaldırdım. Mikrofon elden ele bana doğru ulaştı. Mikrofonun bir elden diğerine geçtiği zaman uzadı, korku karnımdan, yüzüme ve kafa tasımın içinde çalkalanan beynimi saran damarlarıma doğru çıktı. Kalbim küt küt küt küt... Mikrofonu elime gözüne far tutulmuş bir tavşan gibi aldım. ‘Neden korkuyorsan onu yap.’ İçimde bu cümle yankılanırken mikrofona şöyle dedim ‘Bu aşırı korkunçmuş!’ Dürüstlüğün olağanüstü hafifliği! Korktuğunu söyleyebilmenin açtığı o şifalı alan... Uria gözlerimin içine baktı. Gözlerimin içinden kırılmış kanatlarıma baktı ve gördü beni: ‘Sakın gözlerini kapama. Sakın korkunu baskılama. Bir şey olmaya çalışma. Şimdi gelen duygulara, bedeninin tepkilerine izin verme zamanı. Derin bir nefes al ve kendine hepimiz adına ayağa kalktığın için teşekkür et. Hepimizin içindeki korkuyu serbestleştirmek üzere cesaret gösterdiğin için teşekkür et. Bak gözlerimize. Korktuğun her şeyin gözlerine baktığını hissederek bak bize.’ ...tirtir titrerken ben, gözleriyle beni kucaklayan insanlara baktım tek tek. Gören de kendimi kör karanlıklara atıyorum sanacak. Gören az sonra ölmeye gidiyorum sanacak. Bütün sinir sistemim alarmda. Büyük tehlike çanları çalıyor bilinçaltım. Oysa alt tarafı mikrofona şarkımı söyleyeceğim. Kimsenin beni tanımadığı ve yargılasa da hiçbir şeyin fark etmeyeceği bir alandayım. Bana ne oluyor böyle? Zaman genişledi bir kez daha ve içim anlatmaya başladı titrememin sebebini: Sesini çıkaramayan kadınların, söylenememiş sözlerin, paylaşılamamış ışığın sıkıştığı yerde depremler oluyor ve açılıyor baskılanan ışık. Dayan ve nefes al ve söyle şarkını. Anladım. Korkacak gerçek bir şey yokken korkuyu ben yaratıyorum. İçimde korku yaratıyorum... Aslında beni kimse korkutmuyor. Hiç kimsenin elinde bu güç yok. Beni benden başka kimse korkutamaz. Beni ancak ben korkutabiliyorum. Beni korkutma gücünü başkalarına verdiğimi zannettiğimi anlıyorum. Oysa her duyguyu olduğu gibi korkuyu da yaratan benim. Bir anda oradan White Tantra’ya bağlanıyorum. 62 dakika, ya da bir ömür süren meditasyonların içinde, kendime ait odada, bedenimle baş başa, kaslarım ağrırken mesela nefesimle kıpırdamadan durduğum o anlara hızla ışınlanıyorum sanki. Korkunun, direncin, titremenin içinde elimde mikrofon gözlerim çemberde duruyorum. ‘Yapabilirim. Başarabilirim. Özgürleşmeyi kabul ediyorum. Özgür olmayı seçiyorum! İnsanların yargılarından, kendi yargılarımdan, zannettiklerimden, beklediklerimden, beklentilerden... Özgürleşmek için eskiyi yakmayı kabul ediyorum!’ Sessiz anlaşma ve seçim anları. Hayatta dönülen virajlar. Kendimin elinden tutuyorum. Uria ‘Şimdi ayaklarının altından bağlan dünyanın kalbine ve karnından söyle şarkını’ diyor. ‘Gözlerini kapama.’ Ve gözlerim açık dünyanın kalbinden bir nefesle destek alıp kalbimin şarkısını mikrofona ve oradan dünyaya doğru ‘üflüyorum’. Sesimin rengini görüyorum insanların gözünde. Her sesin kendi rengi olduğunu ve gökkuşağı için herkesin sesine ihtiyacımız olduğunu. Orada, korkudan tir tir titrerken kollektifte söylenmemişlerin şifalandığını hissediyorum. ‘Ve şimdi bir daha’ diyor Uria. Nefes alıyorum ve bu kez bambaşka, başka yumuşaklıkta, dünyayı okşar gibi söylüyorum şarkımı. Başka şarkıları kalbime davet edip, kendi rengimi onurlandırarak. Mikrofonu başkasına verip yerime oturuyorum. Yanımdakiler hala titreyen bedenime sarılıyor. Kendimle gerçekten gurur duyuyorum. Kendimi konfor alanımın dışında korktuğumu sandıklarımı yıkma cesareti gösterebildiğim her an daha çok sevebildiğimi fark ediyorum. Wahe Guru! Hayat, sana hayranım! Wahe Guru! Başarmışlık hissi! Yanmadan sonra gelen yenilenme hissi. Ağlamaya devam ediyorum. Gözyaşlarımı öpüyor tenim. Bana sarıldığını biliyorum üst benliğimin. ‘Başarabileceğimizi biliyordum!’ Dünya ve ötesinin arasında boş bir bambu gibiyim. Sanki yaşlı ve bilge bir enerjinin kucağındayım. Zihnim anlamayı bırakıyor, kalbim kutluyor. Uria, o çemberde olan ve hepimizin şifalanmasına alan tutan herkes... Minnettarım. 20-26 Ağustos 2018 Hamburg-İstanbul-Kuşadası. |
Yazar'Benim gibi kendisini azıcık da olsa garip hisseden birileri varsa bu satırları okuyan bilmeli ki: Ben, Ben'im, Biz, Bir'iz ve hayatın tek anlamı Ol'duğum(uz) gibi Ol'abilmek. Arşivler
Mayıs 2020
Kategoriler |