Bu mesajı okuyan sevgili dostum, Ailemdeki kadınlar gerçekten çok güçlü ve bir o kadar da komik karakterler. Hepsinin kendine göre hayatla ilgili önemsedikleri ‘disiplin noktaları’ var. Fakat mutfak ve temizlik bu disiplin noktalarından en vazgeçilmezi, en önemlisi. Ev işleri konusunda rahatlıkla sıra dışı olarak nitelendirebileceğim bir disiplinle yetiştirildim. Çocukluk yıllarıma baktığımda yazlarımı ve baharlarımı ev işlerini etüt ederek geçirdiğimi görüyorum. Ergenlik dönemimde feminizmin etkisinin beni şöyle bir sarsmasının ardından uzun süre ev işlerine, kadına yüklenen bu temel ‘göreve’ ciddi tepki duyduğumu da. Hani bir reklam vardı zamanında ‘Benim annem hem aşçı, hem mühendis, hem doktor’ diye... İşte benim anneannem de, annem de, teyzem de öyleydi. Beni büyüten bu üç kadın her şeyi bilir, her şeyin en iyisini yaparlardı bana göre. Anneannem temizlik konusunda çok hassastı. Her hafta mutfağını kireçle boyamasını hayretle hatırlıyorum. Yıkadığı çamaşırdan, fırçalanmaktan bembeyaz olmuş ve tahtalığını unutmuş rabıtalarına kadar evin her detayı askeri nizam içinde içindeydi. Sonra akıl almaz bir aşçıydı anneannem. Mutfakta Halil İbrahim bereketi için Giritlice dua ederek yaptığı yemekler sanki hiç bitmez, o yemeklerden herkes bir tabak mutlaka yerdi o günkü nasibine göre. Sevgiyle yaptığı o muhteşem dolmaların, çulamaların, yuvarlamaların tadı hala damağımdadır. Aydın’daki evimizde hemen yaşadığı yerin üst dairesinde oturduğumuzdan anne ve babamın yatak odasından onun ocağının üzerini gözleyip bizim ocağın üzerindekinden daha güzel bir yemek varsa kendimi davet ettirirdim ki bu da aile içinde hala gülümseten bir dalga konusudur :D Salı günleri evimizin kapısının önünde pazar kurulurdu. Oradaki pazarcılara su, yemek ve mevsimlerden yazsa soğutulmuş karpuz götürmek benim görevimdi. Kapısı herkese her daim açıktı ve gelenler asla yemek yemeden gönderilmezdi. Önce kolonya ile konukları karşılardık. Ardından hemen ikramlar başlar, kahveler, çaylar içilirken eşzamanlı olarak gelen konuğa öğle ya da akşam yemeğine kalması için ısrar edilirdi. :) Anneannem öldüğü gün babamın ‘Kimse bizden para almak istemedi herkes bir kap yemeğini yedik dedi’ demesini unutamıyorum. Çocukluğumda tüm yazları anneannemin yazlığında Kuşadası’nda geçirirdim. Her yazın başlamasıyla yeni bir iş listesi yapardı anneannem. Bamyalar, dolmalık biberler, patlıcanlar dizilecek, erişte ve tarhana yapılacak, salçalar, şişe domatesleri hazırlanacak, bahçeye börülce, fasulye, biberler ekilecek, aşureler pişirelecek, mantılar kapatılacak... Temizlik konusu zaten çok hassas dediğim gibi :))) Yani çalışılacak da çalışılacak. Bunu neden yaptığımızı sorduğumda Giritli olduğumuz için geleneğimizin böyle olduğunu bana açıklamıştı. O aklımla sıkılıyordum bu işlerden. Söyleniyordum da :D Hatta ergenliğimden geçtiğimiz yıla kadar bu disipline planlı bir şekilde kendimi frenleyerek başkaldırdığımı da rahatlıkla söyleyebilirim. Oysa şimdi anlıyorum ki bu bilgiler bana minnetle şükrettiğim birçok yeti kazandırmış. Kadın olduğum ve evi çekip çevirmek için gerekenlere hem genetik hem de zihinsel olarak sahip olduğum için değil, hayır. Kundalini Yoga eğitmeni olmaya yani insan olma yolunda mütevazi bir öğrenci olmaya daha o zamandan tam teşkilat hazırlandığım için... RAHATLAMA ve BESLENMEYİ ÖĞRENME Temizlik konusunu evime ilk kedimi aldığımda büyük ölçüde rahatlatmıştım. Evin derli toplu olması bana güven hissi veriyor, bu bir gerçek. Ama artık askeri nizamın hiçbir türü içinde sürüklenerek yaşamamaya gayret gösteriyorum. Yogilik öğretisi hariç tabi. :D Yemek ve beslenme konusuyla sınavım daha uzun sürdü. Süreç önce kendimi tıka basa beslemeye çalışmam, ardından da bundan 5-6 yıl önce kendimi beslemeyi red etmeye başlamamla enteresen bir hal aldı zira. Mutfakta geçirilen her an bana zulüm gibi geliyordu. Yemek yemek zorunda olmak beni resmen çileden çıkarıyordu. Nasıl bir zaman kaybıydı o Tanrım! Pişirmek için o kadar uğraş sonra ye ve bitsin. Bulaşığı, tenceresi, alışverişi... Tek bir hapla bedenin tüm gereksinimlerini karşılayabileceğim gelecekteki günlerin hayalini kuruyordum sık sık :))) Böyle düşünceler içinde yuvarlanıp, hayatta kalmaya 'bir şekilde' devam ederken, yemek ve beslenmekle ilgili tüm bağımı, dünya ile, köklerimle bağımı kopardığımın farkında bile olmadan kesmiştim. Beslenmenin yerine kahveyi, sigarayı ve bolca çalışmayı koymuştum. Giderek zayıflamaya başladım. 65 üstü kilolardan 40 kiloya kadar düştüğümde kurumsal işimden ayrılmış, Goa’ya varmıştım ve evet depresyonun zırt dediği noktaya gelmiştim. Beslenmek o günlerde en son düşündüğüm şeydi artık. ‘Tesadüf’ bu ya (:D) Goa’da yaşadığım enteresan gelişmeler sayesinde oradaki 2. haftamda bir restoranda çalışmaya başladım. Şifa öğretmenim sevgili Patrick’in Goa’da Samarpan Derneği’nin dünyanın pek çok yerindeki ihtiyaç sahiplerine destek olmak üzere gerçekleştirdiği projelere gelir kaynağı olması için açtığı restorandı bu üstelik :) Ve böylece yemekle yeniden tanıştım hem de anneannemin yöntemleriyle. Şöyle ki, gündüz yine kahveyle yaşamaya devam ederken geceleri restorana geldiğimde bildiğiniz beslenmek zorunda kalıyordum. Restoranın işletmeciliğini yapan çok sevdiğim dostum Girish her gün yılmadan meyve, sebze sularıyla, çeşitli yemeklerle beslendiğimden emin olmak için tepemdeydi zira :D O günlerde hayatıma zerdeçal ve spiriluna girdi. Kısa sürede kendimi daha iyi hissetmeye başladım. Yemekle bağım hala güçlü değildi fakat hiçbir şey yememe noktasından 'gerçek besinle beslenme' noktasına bir anda geçince besinlerin bedende yarattığı etkileri anlama sürecine girdim. Meğerse zerdeçal beni depresyondan çıkarabilir, spiriluna tükettiğimde günlük protein ihtiyacımı büyük ölçüde karşılayabilirmişim. Meğerse havuç, pancar, kereviz karışımı bir smootie ile güne başlamak bana bambaşka bir dengelilik hali ve enerji kazandırabiliyormuş. İşte bunu anlamak benim için gerçek bir devrim olmuştu! ENDİŞE BOZUKLUĞU ve ÇIKIŞ 17 yaşımdayken, yani üniversiteye hazırlandığım yıl, 140 kalp atışıyla hastaneye kaldırıldım. İlk kez diazemle ve endişe bozukluğu tanımı ile tanışmam o güne denk gelir. 17-29 yaşları arası anti depresanlar hayatımın uzun vadeli vazgeçilmezi haline geldi. Sürekli depresyona girip girip çıkıyordum. :)) Sonra bir kırılma noktası oldu ve ben sırasıyla yogayla, hayallerin gücüyle, Hindistan’la, Patrick aracılığıyla şifayla, şifacılarla, zerdeçallı, spirilunalı, smootieli bir ‘süper beslenme’ tanımıyla karşılaştım. Adım adım önce antidepresanlar silindi hayatımdan. Bedenimde 40 kilo olduğum dönemde erimiş olan kaslar yoganın ve beslenmenin desteğiyle yeniden yapılanmaya başladı. Kundalini Yoga eğitmenliği için aldığım eğitimde yogik beslenmenin sihirli bilgilerine sahip kapıdan adımımı attım. Ve geçen yıl hayatıma aynı eğitimde tanıştığım Nilay Alacalı girdi. Evren beni Nilay’ın sevgi dolu, bilgelik dolu, samimi mutfağına davet etti. Nilay’la Fonksiyonel Tıp, yogik beslenme, yemek yaparken yemeğe dua etmenin önemi üzerine konuşarak ve onun ya da sevgili annesi Ayten Teyzemin muhteşem yükseltici yemeklerini yiyerek aylarımızı geçirdik. Nilay’ın bebeği WhitePoint’in hayallerini gerçekleştirmek için yoldaşlık etme kararı aldık. Geçtiğimiz Kasım ve Mart aylarında Nilay’ın liderliğinde WhitePoint olarak gerçekleştirdiğimiz Bütünsel Arınma Programı’na katıldım. Bedenime alerjik etkisi olan besinleri ayrıntılarıyla tanımaya başlamış olmam bir yana bedensel olarak sıra dışı şekilde iyileştim. Yemek ve yaşam kalitesinin bu iç içe haline hayran kaldım. Kendim ve dostlarım için yemek yapmaya, yemek yaparken tencerenin içine mantralar fısıldamaya, yemek yemeden önce durup şükretmeye, yemeklerin bedenimi beslemesine izin vermeye başladım. Hemen ardından Nepal’e gittim. Kaldığım Budist Rahiplere ait okulda bir rahip gibi beslenmenin beden üzerinde yarattığı etkiyi deneyimledim. Ardından yol beni Çin’de, Yunnan Dağı’nın karnındaki bir mutfağa götürdü. Orada aldığım Kundalini Yoga eğitiminde bana verilen seva (hizmet alanı) elbette mutfaktaydı :))) Ki o mutfakta şimdi size yazdığım tüm bu bilgileri nedenleri ve nasıllarıyla idrak etmekle (lütfen mütevazilikle ve itinayla bu kelimeyi kullandığımı not etmeme izin verin) ‘kutsandım’. O mutfak sayesinde size bunları yazıyorum ve yine o mutfak sayesinde çocukluğumdan beri aldığım bu disiplinin beni yogik yaşama hazırlamak için olduğunu anlamış bulunuyorum. Eğitimin staj yaptığım ilk haftasında Satmukh ‘Bir Kundalini Yoga eğitmeni öğrencilerine yemek pişirebilmeli, öğretiyi besinler aracılığı ile de, ruhundan her zerreye bir parça katarak aktarabilmelidir. Bunun için mutfakla barışman çok önemli. Kimse kibirli bir insanın pişirdiği yemeği sindiremez. Aynı yemek mantralarla, ışıklı bir ruh tarafından yapılırsa da tadına doyulmaz’ demişti. Gerçekten varlığına şükrediyorum. Öğrencisini yükselten her öğretmenin önünde saygıyla eğiliyorum. Satmukh’un bu sözünün doğruluğu tüm hücrelerimce onaylandıktan sonra Çin’de muhteşem iki insanın eşliğinde eğitimimin seva kısmı mutfakta devam etti. Anneanneciğime, anneme, teyzeme her an ama her an şükran duyarak mutfakta dans edercesine yaptım sevamı. Pişirmeyi, paylaşmayı, yemekle sevgi dağıtmanın ne demek olduğunu öğrendim, hatırladım. Şimdilerde mutfakta çok vakit geçiriyorum. Yemekle ve pişirmekle olan tüm ilişkim evrim geçirmiş durumda. Bir kere yemek pişirmenin hayatıma kattığı deneyim olağanüstü. Zamanında (çok geçmişteymiş gibi geliyor) almaya, ayıklamaya üşendiğim besinlerle her gün bir meditasyon olarak vakit geçirmek, yediğim yemeğin kendisine ve içindeki tüm malzemelerin hikayesine saygı göstermeyi öğrenmek kendimi bambaşka hissetmemi sağlıyor. Yemek pişirirken mantralar fısıldamak tencerenin içine beni çocukluğumla bir araya getiriyor. O pişirdiklerimi birilerine yedirmek ise en büyük keyiflerimden. Yılda iki kez mutlaka Bütünsel Arınma’ya dahil oluyorum. Her sabah uyanır uyanmaz dişlerimi ve dilimi fırçalıyor, hemen akabinde sıcak limonlu bir suyla günü açıyorum. Gluten hayatımdan (simitsel yükselişler haricinde) çıktı. Şeker de. Kendimi daha üretken, daha odaklı, çok daha sağlıklı hissediyorum. Üstelik endişe bozukluğu da son derece stabil durumda. ;) Yemekle ve çok alakalı olarak hayatla ilişkim böyle böyle düzeldi işte. Soframa oturmak isteyen her dostuma davetlerim ve hayatımdaki tüm meleklere teşekkürlerimle. İstanbul, Ekim 2016
0 Comments
HAYAL KURMA REHBERİ-3 ŞARTLARI OLUŞTURMAK İÇİN ELİNDEN GELENİN EN İYİSİNİ YAPMAK Hayalin gerçek olma yolculuğunda düşünce ve inanç kalıplarından kaynaklı engellerin ortadan kalkması evresiyle iç içe olarak başka bir süreç daha başlıyor: Hayalin gerçekleşmesi için gereken fiziksel şartları oluşturmak. Bu adımlar esnasında ‘elinden gelenin en iyisini yapmak’ ise hayalcinin kendisine düşüyor. Hayalin gerçek olması için elinden gelenin en iyisini yapmak... Nedir peki bu ‘en iyisi’? Mükemmeliyetçilikten hastalanmış biri olarak iş hayatımda, spiritüel dönüşüm süreçlerinden geçerken ve hayallerimin gerçekleşmesi için ne yapabileceğimi ‘planlarken’, ‘en iyi’m nedir sorusunun yanıtını yana yakıla aradım. Şifa öğretmenim sevgili Patrick, ‘Elinden gelenin en iyisini yapmak, yürürken beraberinde çiçek kokuları taşımak, ardında gülümseme bırakmak, kalbinde şartlar ne olursa olsun o gülümsemeyi taşımaktır. Gün içerisinde elinden gelenin en iyisini yapan kişi yatağa yattığı an huzurla uyur’ der. Çin’de aldığım eğitim esnasında öğretmenlerimden sevgili Satmukh ise ‘Ne yaptığınız değil, yaptığınız şeyi ne kadar farkında olarak yaptığınız önemlidir. Bir insan tuvaleti temizlerken de aydınlanabilir’ demişti. Benim kendi içimde vardığım naçizane sonuç ise şu: Elinden gelenin en iyisini yapmak, hayalini gerçekleştirmek için kendine çizdiğin yol haritasında ilerlerken hayattan sonuna kadar keyif almayı, yürüdüğün yolda dokunduğun insanlarla ve tüm türlerle birlikte yükselmeyi, şefkati, sevgiyi kabul etmeyi ve sunmayı yani attığın her adımı bilinçle, farkında olarak atmayı bilmek, kendi doğanı tanıyıp kendinle uyum içinde ilerlemeyi başarabilmektir. Hayallerini gerçekleştirmek için bir yol haritası belirlemek elbette gerekiyor. Fakat hayaline doğru yürürken sahip olabileceğin en güçlü duruş, bulunduğun an’a bağlanmak, hem içini hem de çevreni sakin bir kalple dinlemekten geçiyor. Bunları yapınca hayal gerçek olduğunda hiç yorulmamış oluyorsun zira. Genişliyorsun ve her adımın güneşli bir gün gibi kalbini biraz daha ısıtıyor yalnızca. Böylece akış içinde elinden gelenin en iyisini zaten yapmış oluyorsun. Echart Tolle ‘Acı, an’a direnmekten kaynaklanır’ diyor. An’a direnmeyip kendi yolunda sevgiyle ilerleyen acının fersah fersah uzağından izliyor adımlarını. Hayatının hem baş kahramanı hem de gözlemcisi olmayı başarıyor. İşte biz buna Kundalini Yoga’da ‘insan olma sanatı’ diyoruz. SON AŞAMA: HAYALE ATLAMAK Yarattığım hayalin gerçeğim olması aşamasında her evreyi türlü şekillerde yürüdükten sonra geliyorum son aşamaya: Hayale atlamak. Tüm şartlar yerine gelip de hayalin gerçekleşmesi için son adımı atmaya geldiğinde sıra en kuvvetli korku dalgasıyla yüzleşiyorum. Nasıl desem? Her şeyi bırakıp kedilerimizin yaptığı gibi karton bir kutunun içine girip kapağı kapatmak gibi düşüncelere kapılıyorum o anlarda delicesine. Evet, her şeye rağmen bu son aşamaya geldiğimde zihnim beni bir kez daha yokluyor :))) Zihnimin bir yanı (ya da egom) ‘Böyle bir şeye ne gerek vardı? Ne yaptığının farkında değilsin! Hata yapıyorsun. Başına iş açılacak’ diye uzaktan, tabi artık bu aşamada fazlasıyla uzaktan son bağırışlarını takdim ediyor :))) Ve tabi genellikle hayalin, niyetin büyüklüğü oranında bu bağırışlar çığlıklar halini alabiliyor. Fıçıda yaşayan Yunan filozofunu gel de anlama :D Şaka bir yana bu noktada bu seslerle tartışmaya girmenin faydasız olduğunu da mecburen kabul ettim. Korkulara, egoya bağırıp çağırmanın, onlarla takışmanın hem faydasız hem de zaman kaybı olduğunu artık kabul ediyorum. Bu aşamada ‘Fakat onları dinlemek de lazım’lara girersen vallahi o kutunun içinde bir ömür yaşarsın, demedi deme :) O topraklar beslemez, ışığını yer bitirir. Nereye daldığını fark ettiğin an, hemen ana dön ve bir adım daha at vakit kaybetmeden, sakince. Nasıl? Kalbini hisset mesela. Kalp atışlarını dinle. İçinden nefes al ve nefes ver diyerek derin nefesler almaya başla. Nefeslerini dinle. El parmaklarını incele. Aynaya gidip gözlerinin içine bak. Bir şarkı mırıldanmaya başla (karanlıktan korktuğumda küçükken bu çok işe yarardı :D) Yogi Bhajan ‘Zihin maymun gibi daldan dala atlar’ der. Zihnin korku dalına atladıysa, huzur dalına atlamasını da bilir sen sakinleştiğinde. Huzur dalına atladığın an korku puf diye kaybolacak, benden sana söz. Bu oyunda ustalaştıkça korkunun uçucu olduğunu bileceksin ve bir de bakmışsın ta taaa: Özgürsün! Ondan, mızmızlanan, seni cimdiren, canını yakmaya çalışan korkunun gözlerine bak ve usulca ‘Seni anlıyorum’ diyerek an’a dön. Anda, hayalinin giriş kapısından geçtiğini göreceksin. O kapıdan adımını atıver de geç karşı kıyına. Bir gayret, bin hayret yaratır. Hayallerine bir gayret sarılıver. (Doha, Katmandu, Dali, İstanbul 2016) HAYAL KURMA REHBERİ-2 HAYAL KURMAK DÖNÜŞMEKTİR Bu mesajı okuyan sevgili dostum, Özgürce, sınırsızca ve kalp titreşimi ile kurulan hayalin oltaya takılmasından ve evrenin okyanusuna bırakılmasından itibaren hayatın çarkları başka türlü dönmeye başlıyor. Öyle ki hayalin önündeki engeller, benden ya da şartlardan kaynaklanan sınırlamalar, korkular, kaygılar, inanç kalıplarım, verdiğim kararlar kısacası her şey ama her şey bir deneyimler bütünü olarak beni derin bir dönüşüme sokuyor. Dürüst olmak gerekirse her geleni hediye olarak alıp, başıma taç ediyorum diyemem. En azından henüz :) Bazen ve hatta çoğu zaman direniyorum. Bu direnç beden ağrılarıyla, vazgeçmeye meyletmelerle, kendine şefkat göstermemelerle vs. çeşitli şekillerde kendisini yansıtıyor. Bu yansımalar başladı mı yogaya koşmak bana ilaç gibi geliyor. Yoga yaparken, özellikle bedenimi ya da sabrımı zorlayan pozlarda, meditasyonlarda zihnimden geçenlerin, ‘gerçek’ hayatta bir engelle karşılaştığımda verdiğim tepkilerle birebir örtüştüğünü fark ettim, biliyor musun? Her şeye rağmen, nefesime dayanıp, o pozun ya da meditasyonun içinde kaldığımda hem zihnen, hem de kalben genişlediğimi gördüm ve bundan gerçekten çok etkilendim. Elbette, bir yoga eğitmeni dahi olsam, ‘Ben bunu yaptım işe yarıyor ve bu yüzden herkesin yolu yogadan geçmeli’ demek istemiyorum burada. Yoga, yoldur. Yolu yürümenin insan sayısı kadar biçimi vardır. Ama herkes istese de istemese de nefes aldığına göre nefesi düzenlemek direncin en kuvvetli antikorudur. Hayale direnç ne denli kuvvetli olursa olsun, nefesin ve bedenin yardımıyla, direnci ve verdiğim tepkileri ayrıntılı şekilde gözlemlemeye artık sabredebiliyorum. :) Bu sayede direncimin kaynak noktalarına bakıyorum yılmadan: ‘Bu hayali gerçekleştirmem beni neden korkutuyor olabilir?’ sorusuna ilk gelen yanıta ‘Peki neden? Ne hissediyorsun bu konuda?’ diye sorular sormaya devam ediyorum. Bunu bazen yazarak, bazen meditasyon esnasında yapıyorum. Katman katman görüyorum nedenlerini ve sonra başlıyorum derine, daha derine ve en derine inmeye. Bu kazı ve arınma sürecine Kundalini’de shakti evresi diyoruz. Sufiler ise buna ‘yanmak’ diyor. HAYAL HAREKETİ, HAREKET DÖNÜŞÜMÜ BAŞLATIR İncil’de de dediği gibi ‘Başlangıçta Söz vardı ve Söz, Tanrı idi’. Hayal kurmak, hayalin sözünü kalpte yeşertmek, hareketi, hareket ise dönüşümü başlatıyor. Dönüşmek için önce eskiye bakmak, eskinin kararlarını yeniden değerlendirmek, adım adım köke inmek ve kökü yeniden yapılandırmak gerekiyor. Shakti de aynen bunu yapıyor. Gereksiz ve hayalin önünde engel teşkil eden her şeyi yakıp, kül ediyor. Bağımlılıklar, sana hizmet etmeyen ilişkiler, yaklaşımlar, zehirli sözler, inançlar yani seni hayalinden alıkoyan ne varsa rüzgara savruluyor. 'FEDA DİYE BİR ŞEY YOKTUR' Guru Nanak’ın ‘zaman’ın bir yerinde söylediği gibi: Feda diye bir şey yoktur. Sıkı sıkı tutunduğun ne varsa birer birer bıraktıkça, feda ettiğini zannettiğin şeylerin kanatların olduğunu anlıyorsun çünkü. Yaşadığın sıkıntıların sadece büyüme sancısı olduğunu da. O güne kadar taşıdıklarını bırakıvermek son derece alışılmışın dışında bir serüven olsa da ateş elementinin harıl harıl çalıştığı shakti döneminde içindeki boşluğa neden olan her şeyin bir bir silindiğini de. Gayretle, istikrarla ve hep kalbin rehberliğinde. İnsanın en temel ihtiyaçlarından biri kendini güvende hissetmektir. Peki ya o çok sevdiğimiz, bağrımıza bastığımız güven ortamı bizi her gün midesinde öğüten dev bir sindirim sistemi gibiyse? Benzetmemi hoşgörün fakat oradan çıkmak için alengirli bir bağırsak yolculuğunu göze almaktan, o yolculuğu kaydıraktan kayarcasına neşeyle yapmaktan daha büyük bir iyilik yapabilir misiniz kendinize? :) İşte o iyiliği kendiniz için yapmaktır hayal kurmak. Ve dönüştürür insanı kesinlikle. Bir kere hayal ettiniz mi, sizi o hayale uygun bir insan haline getirmek için mucizeleriyle kapınızı çalar... (Doha-Katmandu-Dali-İstanbul 2016) Yarın- HAYAL KURMA REHBERİ-3 ŞARTLARI OLUŞTURMAK İÇİN ELİNDEN GELENİN EN İYİSİNİ YAPMAK HAYAL KURMA REHBERİ-1 YOKTAN HAYAL YARATMA OYUNU Bu mesajı okuyan sevgili dostum, Hayat, bir hayalin peşinden yola koyulmadan önce çeşitli evrelerden geçiriyor beni. Fark ettim ki ne zaman hayal kurarsam kurayım içinden geçtiğim evreler farklı farklı deneyimlerle fakat benzer şekillerde tekrarlanıyor. Evvela hayalin kendisi düşüyor kalbime. Hayalin hası, kalbe düştüğünde o kalbin pır pır atmasına, kendiliğinden havalanmasına, kanatlanmasına neden olandır bana göre. İster buna heyecan de, istersen de (çaktırmadan da olsa) korku. (Bugünlerde ikisinin arasında uzun süredir göremediğim incelikte bir çizginin olduğunu da düşünmüyor değilim gerçi...) Canım dostum Senem, ‘Hayalinden korktuysan işte bu harika haber. Demek egon senin bu hayali gerçekleştirebileceğini biliyor ve seni ciddiye alıyor. Onu konfor alanından ediyorsun diye kıvranmaya başladı bile işte’ der. Haklıdır da. Beni en çok büyüten, en çok büyüleyen hayallerimin kalbime düşmesinden itibaren ömürlerce korktuğumu, ardıma bakmadan kaçmak isteğiyle yanıp tutuştuğumu, yani içimdeki o Nur’u iyi biliyorum artık. (Bkz. Her seyahat öncesinde dolaba saklanma isteğim :)) İçimden bir ses (ya da egom, savunma mekanizmam vs. adını sen dilediğin şekilde koyabilirsin) o hayale karşı çıkadursun, korku beni alttan alta dürtedursun, hayal kalbime kanatları taktıysa ben, tüm bu kalabalığa rağmen ve mutlaka gülümseyerek kalbimi direksiyona geçirip başlıyorum hayalimi renklendirmeye. YOKTAN HAYAL YARATMA OYUNU Ve soruyorum kendi kendime: Hayalim nerede gerçekleşebilir? Hayalimi nasıl insanlarla birlikte gerçekleştirmek istiyorum? Ne üretmek, nasıl bir deneyim yaşamak istiyorum? Bu hayal hayatımı nasıl daha renkli hale getirebilir? Hayalim olurken kendimi nasıl hissediyorum? Böyle böyle onlarca soru türetip, türettiğim sorulara kendi içimde yanıt verip, hayalimi sizinle daha önce benzerini de paylaştığım vizyon panoma yazarak, çizerek, fotoğraflarla ‘canlandırıyorum’. Hayalim olmuşcasına, coşkuyla şükrediyorum üzerine. Bu canlandırmaya ‘Yoktan Hayal Yaratma Oyunu’ diyorum. 'Yoktan Hayal Yaratma Oyunu’nu oynarken kendimi maddi, manevi, fiziksel, ruhsal hiçbir konuda sınırlamadığımdan emin olmaya gayret ediyorum. Hayal kurarken hür olmanın tek şartı, mevcut koşullara (yaşım kaç, başım kaç – bu da ne demekse-, daha çok erken, vaktim yok, param yok vs.) takılmamak ve zihnin bahanelerine sağır olabilmek. Dünyanın en kaygısız, en güvende insanı olduğunu hissetmeden (hissetmiyorsan, hissetmeye niyet etmek için güzel bir yerdesin) kurulan her hayal sınırlı, her hayal koşullu zira. HAYALİ ÖZGÜR BIRAKMAK HAYAL ETMEK KADAR ÖNEMLİ Hayallerimi yoktan yaratma oyununu tamamladığımda, hayalimi evin en fazla kullandığım yerine asıyor, kendimi öpüyor (kendini öpmek aşamasını atlamamanızı özellikle tavsiye ediyorum :)) hemen sonra da yoktan yarattığım hayali yavaşça özgür bırakıyorum. Çocukluğumdan beri hayal ettiğim şeylere inanma huyum vardır çok şükür. Ondan kelli hayali de pişmesi için evrenin fırınına attığımı biliyorum bu özgür bırakma halinde. Buna kalben inanıyorum. Koşulsuzca ve özgürce hayal kurulduysa kalpte, evren bunun için derhal çalışmaya başlıyor. İşte tam da bu yüzden hayalimi özgür bıraktığım an itibariyle kurduğum hayali yaşamam için ne gerekiyorsa kapıma, zihnime, duygularıma oradan da gerçekliğime uğramaya başlıyor. (Doha, Katmandu, Dali, İstanbul-2016) Notu okuyan sevgili dostum, Stresle, gerginlikle ve korku içinde yaşadığımızda bedenimiz kendisini ‘hayatta kalma modu’na alır. Bu hallerdeyken, hayatı yaşamaktan ziyade hayatta kalmaya harcarız tüm enerjimizi ve bilgi birikimimizi. Diyelim ki ormandayız ve aslanlardan korkuyoruz. O ormanda bir aslanla karşılaşma ihtimalimiz de yine diyelim ki yüzde 1 olsun. Savunma mekanizmamız hemen bedene ‘hayatta kalmak için hazırlıklı olmalıyız’ mesajını gönderir ve çalışmaya başlar tüm organlar ‘yüzde 1’lik potansiyel tehlikeye karşı hazırlıklı olmak’ için. Bu da bedenin tüm depolarını sadece yüzde 1’lik ihtimal için tam gaz kullanması anlamına gelir. Bedene yüklenmiş ne yorucu bir görev! Oysa ormanda ağaçlar başka masallar fısıldar, hayat başka türlü akar görmek isteyenler için. Beden ve zihin aslandan korktuğu için tüm kalkanlarını kuşanmışken kalbin gördükleriyle neşelenmesine fırsat kalır mı? Savaşçılık işte tam bu noktada devreye girer. Evet, aslan çıkabilir, ayı da çıkabilir, hatta taş da düşebilir. Ama bir kere girmişizdir o ormana ve o andan neyi kazanmak isteyeceğimizin tercihi tamamen bize kalmıştır. İster aslandan korkarak geçeriz girdiğimiz ormandan, ister sihirler kuşanarak. Evrende özgür irade tüm gücüyle çalışır. Hayatta kalma güdümüzü sakinleştirmenin en kolay yolu hayatın bilgeliğine güvenmektir. Bize tehlikelerden, tuzaklardan, acılardan ve korkulardan durmaksızın dem vuran bu sistemin içerisinde hayatta kalma modunu kapatıp evrene sonsuz güvenin huzurlu ve teslimiyetçi sularına dalmak... ...işte bu, cesaret gerektirir... ...işte bu yılmaz bir savaşçı olmayı gerektirir. Doğduğumuz andan bu yana bizi hayatta tutmak için elinden geleni yapan ve güçlü bir savunma sistemi kuran egomuza ‘Seni anlıyorum ama şimdi hayata güvenmeyi tercih ediyorum’ diyebilmektir cesaret. Bunun için de teslimiyet gerekir. Geldi mi bir cesaret konusu daha... :) Yaratıcılığa, yeni şeyler üretme ilhamına, neşeye, canlılığa kısacası hayatın her alanında kullanabileceğimiz yaşam enerjisini, zihnin ürettiği potansiyel karanlıklarda körebe oynayarak hayatta kalmaya harcamak ne büyük israf... Bu israftan kurtulmak için cesaret gerekir. Kendi ışığınızla bir olmak size bu cesareti verir. (İstanbul, Ekim 2016) |
Yazar'Benim gibi kendisini azıcık da olsa garip hisseden birileri varsa bu satırları okuyan bilmeli ki: Ben, Ben'im, Biz, Bir'iz ve hayatın tek anlamı Ol'duğum(uz) gibi Ol'abilmek. Arşivler
Mayıs 2020
Kategoriler |