İçimi bana ait bir gezegen gibi görüyorum. Bunu, uzun bir süredir kendimle iletişim kurma yöntemi olarak kullanıyorum. Yaşadığım bir deneyimde kendimi anlamak için ya da meditasyona başlamadan önce gözlerimi içeri çeviriyorum ve kendi gezegenimin o anki halini hayalimde canlandırıyorum. Nefesimin ritmi, kalbimin atışı, karnımdaki hisler, kaslarımın gevşek ya da gergin oluşuna odaklanıp o anki ruh halimi anlıyorum. Ocak’tan bu yana yine derin bir kazıya girişmiş durumdayım. Gezegenimde volkanlar patlıyor, depremler oluyor, fırtınalar, seller, tsunamiler, kuraklıkta bitkilerim kuruyor... ...ve tüm bu kıpırdanmalar yepyeni bir yaşam alanına, yepyeni yeryüzü şekillerine hayat veriyor. İçim, eline bir çekiç ve çivi almış, gezegenimin çekirdeğindeki yeni beni, bir kez daha şekillendiriyor. Her darbe benim için çok önemli bilgilerle geliyor ve kendime son dönemde öğrendiklerimin notlarını tutuyorum yine. Mickey Mouse gibi Bakmamak Sat Hari geçenlerde ona gönderdiğim bir fotoğrafa bakıp ‘Sana bakınca Mickey Mouse’un gözlerinden çıkan kalpleri değil, bilinç görmek istiyorum’ demişti. :)) (Evet, komik ama her zamanki gibi kışkırtıcı ve düşündürücü.) ‘Hayata bilinçle bakmak ne demek?’ ve daha önemlisi ‘Ben Mickey Mouse gibi mi bakıyorum ya!?’ diye uzun uzun düşünmüştüm. :) Biliyorsun son bir aydır Kaş’tayım. Uzun yollar yürüyorum, sessizleştirdiğim ne varsa sesini açıyorum, tam bakmaya dayanamadığım kuyulara iniyorum, dağlarıma tırmanıyorum. Ve gezegenimdeki tadilatları izlerken geçen gün yine bir anda hem yaşadığım deneyimi hem de Sat Hari’nin ne demek istediğini anlayıverdim. *(O ana kadar hiçbir anlam ifade etmeyen minik bilgilerin toplanıp aha! anına beni taşımasına hayran oluyorum.) Şöyle ki... Bazen olumsuz bulduğumdan, olumsuz olarak yargıladığım yönlerimden, can sıkıcı farkındalıklardan, gerginlikten, tartışmadan o kadar korkuyorum, o kadar sıkılıyorum ki, her şeyi görmezden gelmeyi seçiyorum. Böylece aslında bakmam, ilgilenmem ve kendimi anlamam gereken bir alanı yok sayıyorum. Ve yine bazen bu durumum sınır koymama, ‘Hayır’ dememe de engel oluyor. Bir gülümsemenin ardına gizleniyor tüm bu direnç bazen. Hayata bilinçle bakmak burada devreye giriyor. Her an kendinin farkında olmak yani. Özellikle beni geren, rahatsız eden, o karnımda kıvranmaya neden olanın içinde kalmak. Gelişim ve genişleme en bakmak istemediğim neyse oradan geliyor. Bu noktada iki seçeneğim var: Çıkanı bastırmak ya da iyice gözlerini oraya dikip, olanı olduğu gibi görmek. ‘Yalnızca ol’ deniyor ya. O rahatsız alanda da olduğun gibi olabilmeyi başarmak bunun bir parçası... ...ya da benzer bir deneyime kadar konuyu ertelemek de bir seçenek... Cesaret İşte tam bu noktada cesaret devreye giriyor. ‘Önemli olan yaşamak değil, bu hayatı ne kadar cesaretle yaşadığın’ diyor ya Yogi Bhajan, hah işte bu sözü anlayabileceğim anlardan biri buna benziyor. Bahsettiğim alanın içinde kalmak kabul ediyorum ki çok kolay ve hoş değil. Tüm bağımlılıklarımız rahatsızlık hissinden, acıdan uzak durmak için değil mi? İnsan acıdan kaçınmak için her şeyi yapıyor, anlıyorum, biliyorum. Ama bilinç o anda bana ‘Bakman gereken yer tam da burası’ diye işaret ediyor. O işaret elime çekici alıp kendimi yeniden şekillendirmeye oturduğum an oluyor. Evet, takdir edersin ki Mickey Mouse bakışı atmak pek kolay değil bir yanına çekiç indirecekken ya da gezegeninde bir volkanın patlamasına ve bir köyü yerle bir etmesine şahitlik edecekken. Buna şahitlik edebilmek cesaret istiyor. Cesaret en çok kendini yeniden doğururken gerekiyor yani. En çok direndiğin yeri öpmek oluyor bazen de. Kendi egonun ‘Ben! Ben! Ben! Benim isteklerim! Benim ihtiyaçlarım! Benim kurallarım!’ dediği yerde şefkatte kalıp karşındakine alan tutabilmek ya da yeri geldiğinde kendine bu alanı açabilmek büyük cesaret gerektiriyor sonra. Affetmek istemediğin, sarılmak istemediğin anda şefkati seçmek ya da. Seçim yapmak. Bilinçli olmak seçim yaparken. Ezbere yaşamamak yani. Sanki böyle anlarda içimde fiziksel olarak bir duvarı yıktığımı hissediyorum. Tam kalbimle karnımı kaplayan o alanda bir zorlanma yaşıyorum ve eğer o çekiç darbesini vurup, kendi zihnimi yönetmeyi başarabilirsem, itebilirsem duvarlarımı tüm gücümle sonsuz bir sevgi ve şefkatle yıkanıyorum. Ama bu, dediğim gibi cesaret gerektiriyor. Sonra kendimle bu şekilde konuşmak da cesaret gerektiriyor...sessizlikte yıllardır yarım yamalak baktığım tüm acılar yüzeye doğru çıkıyor çünkü. ‘Acıdan ve hata yapmaktan kaçtığın için hayatı yaşayamamak’ sözü içimde yankılanıyor. Nefes alıp, bir kepçeyle acıyı yüzeye doğru çıkarıp, burnumdan verdiğim nefesle dışarı bırakıyorum. Bu anlarda çarmıha gerilmiş İsa gibiyim. Bir anlığına ‘Neden?’ diye sorsam da nefesim sayesinde teslim olacak cesareti bulabiliyorum. Ve evet, azalıyor acım. İşe yarıyor. Cesaret özgürlüğü beraberinde getiriyor. Değerini Anlamak Son dönemde üzerinde durduğum bir başka konu da ‘değerlilik’ anlayışım. Görüyorum ki kendime biçtiğim değer hep başkalarının beni beğenmesi, haklı, güzel, sağlıklı, mantıklı, adil, çekici, akıllı, yaratıcı (...burayı her türlü sıfatla doldurabilirsin) bulması üzerine. Kendimi başkalarının gözünden, ilgisinden, beğenisinden yola çıkarak değerlendirdikçe küçük, küçücük kutucuklara sıkışıp kalıyorum. Hal böyle olunca ben kim oluyorum? Uyum sağlamak ve özgünlüğünle, ahenk içinde sosyalleşmek arasındaki çizgi nerede? Hoop yine Mickey Mouse bakışlarıyla bilinçli yaşamak arasındaki çizgiye dönüyorum. Uyum sağlamak adına nelerden ödün veriyorum? ...ve ahenk içinde, kapsayıcı olarak, alan tutarak sosyalleşirken nerelerde esnemeliyim? Bunun kararını vermek, bunu görebilmek, zırhlarını bir bir sökmeyi gerektiriyor. Al sana bir cesaret konusu daha. ‘Başkalarının’ tanımlarını kendi geçmişlerinin filtresiyle yaptıkları düşünüldüğünde kendi değerimi başkasının gözünden belirlemek kendime yapabileceğim en büyük haksızlıklardan biri değil mi? Bir dostum bana ‘Her tanım bir sınırlamadır’ demişti. Kendimi başkasının gözünden ‘değerlendir’diğimde, o kişinin geçmişte edindiği deneyimlerden kendine hazırladığı filtreden bakarak kendimi bir başkasının benim için hazırladığı kutuya koymuyor muyum? Bundan özgürleşmenin tek yolu buna farkındalık getirmekmiş, yeni yeni anlamaya başlıyorum. Her an uyanık olmak... Her an. En yelkenleri suya indirdiğim, kendimi en çaresiz, en onaya, sevilmeye muhtaç hissettiğim anda hemen kendime dönüyorum ve mümkünse bedenime dokunup kendimle şuna benzer bir konuşma yapıyorum: ‘Şu an nasıl hissettiğini görebiliyorum ve ben senin yanındayım. Her şey yolunda. Sen nasıl hissedersen hisset, başkaları senin hakkında nasıl düşünürse düşünsün, hata da yapsan, çukura da düşsen, göklere de çıksan ben hep buradayım. Seni, olduğun gibi koşulsuz şartsız kabul ediyorum. Hep hatırla, senin güvenli alanın göğüs kafesinin tam ortasında sadakatle atan kalbin. Kendin olmak güvenli. Güvendesin. Rahatla. Rahatla. Rahatla. Güvendesin’ Ve bunu yaparken derin nefesler almaya ve bedenimi bilinçli olarak saç diplerimden başlayarak rahatlatmaya devam ediyorum. Herkesi Memnun Etmek Zorunda değilim ‘Bunca zamandır yoga yapıyorsun hala nelerle uğraşıyorsun?’ ‘Bu kadar acı çekiyorsan neden yoga yapıyorsun?’ ‘Biraz da sen kaşınıyorsun, deşiniyorsun.’ ‘Sen bile bunları yaşıyorsan demek yoga işe yaramıyor.’ İşte hayatımın son 5 yılının en klasik cümleleri. :) (Buna bir de burada ‘Herkes Yoga Eğitmeni oldu’ ekleniyor.) Şöyle bir histeyim: Karşımda bir kapı olsa mesela ve birileri gelip onun kapı olmadığını iddia etse ne yaparım? Ben sevgili, kapının kapı olduğuna başkalarını ikna etme sorumluluğundan kendimi azad ettim. ‘Yoga seni mükemmel yapmayacak. Yoga seni, sen yapacak’ derken Yogi Bhajan kendini bir bütün olarak tanıman, anlaman ve kabul edip kucaklaman için ihtiyaç duyduğun bilinç ve farkındalığa yoga ile ulaşabileceğini söylüyor. Kendini özgürleştirmek için önce demir parmaklıklarını kesmen gerekiyor. Bunu yaparken çeşitli hallerden geçiyorum, geçiliyor. Bu, bir yol ve ben kendimi bildim bileli ‘Neden bu hayattayım?’, ‘Ben kimim?’ sorularını soruyorum. Benim için başka türlüsü mümkün değil. Kapıma aşığım ve başkalarını onu görmeleri için ikna etmeye enerji harcamak yerine kapıyı arayanlara rehberlik etmeyi kendime yol edindim. Herkesi memnun etmek zorunda olmadığını anladığım için şükrediyorum. Bunu tekrar tekrar anlamak, anladığımı uygulamak beni gerçekten özgürleştiriyor. Yani bu son dönemde sevgili, Mickey Mouse gözlerime biraz olsun bu farkındalıkları eklemeye ve eklediklerimi de sindirmeye çalışıyorum. Haftaya önce İstanbul’a sonra da İspanya’ya, Simrit ile Canlılık ve Stres üzerine çalışmaya gidiyorum. Kalbimden geçen bilgileri dökerim buralara zamanı ve yeri gelirse. Şimdilik... Sat nam. Kaş, Mayıs 2019.
1 Comment
Sevgi
20/7/2019 01:32:00 am
Hiç dolambacsiz sadelikle akıtılmış ne güzel cümleler. Su an o kadar iyi geldi ki. Kalbine saglik.
Reply
Leave a Reply. |
Yazar'Benim gibi kendisini azıcık da olsa garip hisseden birileri varsa bu satırları okuyan bilmeli ki: Ben, Ben'im, Biz, Bir'iz ve hayatın tek anlamı Ol'duğum(uz) gibi Ol'abilmek. Arşivler
Mayıs 2020
Kategoriler |