Bilge bir kuşun kalbime fısıldadıklarıdır...
Biliyor musun? Bir zamanlar porselenden bir kalbim vardı, yani Ev’imdeyken ben. Şu gördüğün küçücük kanatlarımla yükselip de bir türlü Gitmek İstediğim Diyar’a taşıyamadığım porselenden kocaman bir kalp. Bütün gün ha kırıldı ha kırılacak diye üzerine titrediğim, pamuktan bir yastığa itinayla sarıp korumaya çalıştığım ağır bir kalp. Yastığı tam kalbimin üzerine yerleştirir, onun üzerine kat kat ağaç dalı sarıp her gün Gitmek İstediğim Diyar’a uçma çalışmaları yapardım. Belki de daha öncesini anlatmalıyım sana. Henüz esamisi bile okunmazken zamanın ve dünyanın o bildik hallerinin çok öncesindeyken tüm var oluş, Ev’imdeydim ben. Gökkuşağından bir köprü üzerinde geçilirdi oturduğum Işıktan Hayaller Sokağı’na. Hayallerin gerçekle bir olduğu o sokakta yaşardım kendimi bildim bileli… Zaman yoktu, zaman bir yoldu. Ev’imdeydim, hatırlıyorum. Mavi ve morun dantel gibi işlendiği o dev çiçeğin içinde yaşıyordum. Ortasında dev ve sapsarı bir kapı taşıyan dev bir çiçeğin. Kapıyı üç kere tıklattığınızda Ay Işığından Tünel’e davet ederdi ziyaretçileri kapı. O kapının ardından uzanan ay ışığından tünel benim oturma odama çıkardı. Kafanızı biraz kaldırsanız tavanda ev arkadaşlarımdan Pamuktan Bulutlar’ı görebilirdiniz. Sonra birkaç adım attığınızda karşınıza çıkacak dev bir patlıcanın ardında ve başka bir ev arkadaşım olan Bay Banyan Ağacı’nın içinde mutfağım vardı. Ama ne mutfak! Mutfağımda kafanızda canlandırdığınız her yemek köşedeki yusyuvarlak bir borunun içinden bir tabağa düşüverirdi. Tazecik sebzeler, şifalı otlar, arıların hediyesi mis kokulu ballar, meyveler ve tabi anneannemin bütün yemekleri... Mutfaktan çıkıp da evin diğer tarafına bakarsanız sonuncu ev arkadaşım olan Işıklı Dere ile paylaştığım yatak odamı görürdünüz. Yumuşacık pamuklardan yatağımın hemen yanından geçerdi eski dostum dere. İçinde balıkların neşeyle kıkırdadığı odamı aydınlatan Işıklı Dere’nin hemen yanı sıra lavantaların sağlıkla boy attığı, bambuların fısıldaştığı yatak odam uzanırdı. Hem tek başıma, hem çok kalabalıktım Ev’imde. Ev arkadaşlarımın ağzı var dili yoktu. Aslına bakarsan dil diye bir şey yoktu. Sözcükleri kullanmayalı epey olmuştu. Diyorum ya ben Ev’imdeyken, henüz zamanın esamisi bile okunmazdı ve dünyanın o bildik hallerinin çok öncesindeydi tüm var oluş. Her gün doğumunda ev arkadaşım Bay Banyan Ağacı’nın en alçak, en ince dallarının altına hazırladığım ağın tam üzerine denk gelecek küçücük bir dalcığa zıplardım. Kanatlarımı açabildiğim kadar açıp atlardım daldan. Tabi hep aynı şekilde ağa doğru, cumburlop diye düşerdim. Hemen telaşla dallardan yaptığım ipi çözer, yastığı kaldırır, kalbimi kontrol ederdim hala sağlam mı diye. En kırılgan haliyle atışını izlerdim kalbimin. Ağırlığını bir de. Sonra, zaman olmadığı için ne kadar sonra olduğunu asla söyleyemem ama, kendimi bildim bileli uçmayı denediğim o gün doğumlarından birinde pek de alışkın olmadığımız bir şey oldu. Bir gün kapının üç kere tıklatıldığını duyduk ve içeri Söz girdi. En azından bize kendini eve girer girmez böyle tanıttı. Daha önce görmediğimiz bir yaratıktı bu Söz. Üzerindeki şekilleri yakından izledik ev ahalisiyle. Söz’ün içine baktıkça hızla değişen şekiller görüyorduk. Söz, bunlara Düşünceler diyordu. Bazıları parlak, bazıları silik, bazıları kara, bazıları kırmızı, bazıları mor, bazıları ise ışıktandı Düşünceler’in. Ve sonra daha da garip bir şey oldu: Söz bizimle konuşmaya başladı. Yani onun konuşmak olduğunu biz sonradan anladık. Dil diye bir şey yoktu o zamanlar ve dünyanın o bildik halleri. Söz ‘Hadi!’ dedi, ‘Çıkar yastıklarını ve atla o daldan.’ Doğrudan gözlerimin içine bakıyordu. Gözlerimi ne kadar istesem de kaçıramıyordum ondan. İçimde daha önce hiç bilmediğim bir dalga yükseldi. İşte buna ‘Korku’ denir dedi Söz. Yükseldiği yerde güneşi örten bulut gibi üşütür, titretir. ‘Korkma, kurtul o yastıklardan, hadi.’ Söz öylesine yumuşak ve kendinden emin bakıyordu ki gözlerime adının korku olduğunu öğrendiğim bu sarsıcı dalgalara rağmen bir ‘Hadi!’ye yaslanıverdi aklım. O an anladım korkuyla güven birbirinden ayrı şeylerdi demek ki. Korkuya rağmen bir ‘Hadi’ye güvenmek hayale yürümekti. Demek birinin bana ‘Hadi!’ demesini beklemiştim bunca zaman. Söz bunun için belirmişti kapıda. Ben de fısıldadım kalbime usulca: Hadi!... Yavaşça, özenle çıkardım kalbimi sardığım yastıkları. Senelerdir, umutsuzluğuma, başarısızlığıma rağmen her sabah uçmak hayaliyle çıktığım o küçücük dala sıçradım bir nefeste. Açtım kanatlarımı, kapadım gözlerimi ve atladım boşluğa doğru. ‘Çat!’ Evimin bütün duvarlarını, Işıklı Hayaller Sokağı’ndaki tüm çiçekten evlerinde yankılandı kırılma sesi. ‘Çat!’ Hızla kalbime dokundum. Kalbimi çevreleyen, yıllardır koruyan o porselen kutunun parçaları kaldı küçücük kanatlarımda. Tam feryat figan edecekken Söz’e, birden bir ışık yayılmaya başladı kırıldığını sandığım kalbimden. Yüzleri güldüren, bulutları aydınlatan, bekleyişi sonlandıran bir aydınlığa kavuştu ev. Hafifledi kalbimi çepeçevre saran o ağır his. Oysa öleceğimi sanmıştım. İşte o zaman bildim dala bir daha sıçradığımda kanatlarımı açıp Gitmek İstediğim Diyar’a uçabileceğimi. Minnetle Söz’e baktım ve gülümseyerek ‘Hadi!’ dedim ona. Zıpladım dala yeniden. Açtım kanatlarımı ve atladım bir kez daha boşluğa. Kanatlarımı neşeyle çırptım Gitmek İstediğim Diyar’a doğru. Ve şimdi buraya böylece omzuna kondum. Kalbim ondan ışıklı. Sen de görüyor musun? İstanbul, 2016
0 Comments
Leave a Reply. |
Yazar'Benim gibi kendisini azıcık da olsa garip hisseden birileri varsa bu satırları okuyan bilmeli ki: Ben, Ben'im, Biz, Bir'iz ve hayatın tek anlamı Ol'duğum(uz) gibi Ol'abilmek. Arşivler
Mayıs 2020
Kategoriler |