Acının ötesine geçmeyi bildiğinde, Her şeyin ötesine geçebilirsin. Acıyı direnerek değil, Ancak genişleyerek yenebilirsin. O zaman yüksel sevgilim acıyan yerlerinden yukarıya doğru, yüksel. Üfle kalbine doğru nefesini. Dağılsın kara bulutların yerine pembe bir neşe gelsin. 30 Ekim 2018-Kundalini Yoga Eğimen Eğitimi
1 Comment
Bu satırları okuyan sevgili, Fransa’daki Kundalini Yoga Festivali’nde, White Tantra’nın 2. gününün akşamında uykuya yattım ve yatar yatmaz yorgunluktan hemen uykuya daldım. Rüyamda bilmediğim bir yerdeyim ve hapishanede 5 ay geçirmeye hazırlanıyorum. Hapishaneye gireceğim hissi öyle yoğun ki, dışarı çıkamayacak olmanın, rüzgarı yüzümde hissedemeyecek olmanın ağır acısını en gerçek haliyle yaşıyorum. Bir yandan da rüyanın içinde kendimle konuşuyorum: ‘Nur, biliyorsun ki bu sadece bir rüya ama aslında sadece bir rüya değil. Sana, bu hayatı ve insan bedeninde olmayı hapishane olarak gördüğünü anlatmaya çalışıyorum. Kendini hapiste hissediyorsun. Kendine yarattığın depresyon, acı, kontrol etme merakı hapishanelerine girip girip çıkıyorsun. Öyle çok acı çekiyorsun ki buralarda, oradan çıktığında da yeniden hapishanene döneceğin korkusu bastırıyor boğazına bu kez. Korku titreşimini bırakıp bu histen özgürleşmenin zamanı geldi. Zihnin dört duvarı arasında kalma, tek bir noktaya sabit bakma, kendi acının içinde koşturma dönemin bitti. Şimdi bilinçli bir tercih yapma zamanındasın. Hapishanenin kapısından çıkıp gitmeyi artık seçme zamanın geldi.’ Sabah, White Tantra’nın 3. gününe bu bilgiyle gözlerimi açıyorum. Yorgun yatmıştım, yorgun ama kararlı uyanıyorum. ‘Bugün, kendime destek olmaya hazırım.’ 3000 kişiyle yine yan yana ipe dizilmiş inci taneleri gibi oturuyoruz yerlerimize. İki gün fiziksel olarak da zihinsel olarak da çok yoğun deneyimlerden geçtik. Kollarımız havada, belli açılarda 31 ve 62 dakikalar geçirdik. Kimisi çok uzun ve zorlayıcı kimisi çok akışta ve rahatlatıcıydı. 3. gün çok sakin olacak diye dedikodular işittik. Zihin garip bir yapı. Yapacağı meditasyonun bile dedikodusunu yapabiliyor 😊 Oysa White Tantra bu. Kimine sakin ve kolay gelen, kimi için olağanüstü zorlayıcı olabiliyor. Meditasyon başlıyor. 62 dakika. Ellerimiz dua pozisyonunda kalbin önünde nefes alacağız. Nefesler 1 dakikalık olacak. 20 saniye al, 20 saniye tut ve 20 saniyede serbest bırak. Kolaymış diye insanların rahatladığını görüyorum. Benimse içim sıkışıyor. İçimde isyanlar başlıyor. Meditasyon başlar başlamaz çevremdeki insanların kapılarını kapatıp evlerine gömüldüklerini hissediyorum. Sıkıcı bir yalnızlık duygusu çöküyor içime. ‘Çok sıkılıyorum’ diye bağırıyor bir yanım. O yanım, çocukluğum, fark ediyorum. Kendi başımayım 3000 kişinin arasında. Kendimi çocukken de kalabalıkların içinde tek başıma hissederdim. Bu kalabalıkta da kaybolmuş gibi benim dışımdaki her şey. Kıpırdanmak, sıkıştığım bu histen kurtulmak istiyor içimde bir şeyler. Bedenimde bütünden ayrı kalmanın acısını buluyorum. Kıpırdamıyorum, çıkmıyorum meditasyondan, gelen bu hisse direnmiyorum ama tam manasıyla bedenimin içinde kalmadığımı da hissediyorum. Hapiste olma duygusunu yaşıyorum çünkü. ‘Beni oyalayacak bir telefon, whatsapp mesajları, başkasının sorunları, yemek yeme, su içme derdi, tuvalet, uyku ve hatta bedenimi yoran bir postür olmadığında yani her neyse kendimi oyaladığım ortadan kalktığında ben kim oluyorum?’ Kimim ben? Dışarıdan aldığım dürtüler olmadan ben kimim? Sıkışıyor tanımlarım. Kabukların içinde, zihnimin kutuları içinde bir sıkışma ve patlama anı yaşıyorum. Sırtım acımaya başlıyor. Hiç hareket etmeden durduğum o pozda, geçen 2 gün boyunca bedensel acıya neden olan pozlardan daha fazla acı çekiyorum. ‘Biri beni içimden dışarı çıkarsın!!!’ Acıya doğru nefes alıyorum. Bir süre sonra her his kayboluyor. Ben de kayboluyorum. Kaybolunca rahatlıyorum. Meditasyonun bittiğini ‘Derin nefes al.’ anonsu ile anlıyorum. O arada ne oldu bilemiyorum. Sanki kapının kilidi açılıyor ve ben meditasyondan çıkıyorum. Kendimi dışarı çıkarıyorum. Yere belirli belirsiz basıyorum. Sanki bedenimin pek bir ağırlığı yok gibi. Anlıyorum ki çıkmışım yine bedenimden. Ayak tabanlarımı hissetmeye çalışıyorum yürürken dönmek için. Geçen yıl tanıştığım Rus bir arkadaşım ile karşılaşıyorum. Ben yaprak gibi uçuşurken onun yere sağlam sağlam bastığını görüyorum. ‘Yogi’ diyorum; ‘Ben uçuyorum sen nasıl bu kadar topraklı kalabiliyorsun?’ Gülüyor ‘Bazıları için bedende kalmak çok dramatik, çok acı verici. Oysa herkes kendi filminin içinde yaşıyor. Olanı değil, geçmişinin filtresiyle olduğunu zannettiğini yaşıyor ya da yaşadığını sanıyor. Kendi filmini durdur, gerçeği gör’ diyor gözlerimin içine gülerek bakıp. Kendi bedeninde olan biri, bizzat deneyimlediği bir durumu, kendinden emin bir şekilde böylesi güçlü meditasyonların ardından söylediğinde o söyleneni bilinçaltı duyuyor gerçekten de. Bilinç sıçraması yaşattı mı biri ya da bir deneyim sana görmekten kaçamıyorsun. Sanki kafamın üzerinde neon ışıkları patlıyor o anda. Neon ışıkları bu konuşmadan sonra bana kendi senaryomu göstermekten bir an olsun vazgeçmiyor. 3. günün geri kalanını bu senaryoyu gözlemleyerek geçiriyorum. Kendi filmimi izliyor, ne hissetmeyi seçtiğimi, ‘hayat zor’, ‘yaşamak meşakkatli bir iştir’ gibi inanç kalıplarımı, kapıldığım kurban psikolojisini ve benim için en önemlisi depresyona ve dramaya olan bağımlılığımı fark ediyorum. Neden depresyonu dönüp dolaşıp seçiyor zihnim? Neden durmaksızın kendi geçmişimden kurgularla kendimi acıtıyorum? Bunlar olmazsa var olmadığıma mı inanıyorum acaba? Depresyonum ve dramam olmadan görülmeyeceğimi mi sanıyorum? Neden bu kararı almış olabilirim? Fark ettiklerimden utandığımı hatta suçluluk duyduğumu da fark ediyorum üstüne. Fark ettiklerim beni çıplak bırakıyor. ‘Kimim ben?’ sorusunun yanıtı sürekli değişiyor. Farkındalık dört bir yandan dalga dalga vuruyor yani 😊 ‘Şifalanmaya kendimi açıyorum, şifalanmayı seçiyorum’ diyorum her bir gördüğümden sonra. Şefkatten başka çıkış yok bu kalıplardan, artık biliyorum. Depresyona ve Dramaya Bağımlı Olabilir mi İnsan? White Tantra bitiyor ve ertesi gün uzun zamandır takip ettiğim ve bağımlılıklarla ilgili çalışma fırsatı yakaladığım Mukta Kaur’un atölyesine gidiyorum. Soruyorum Mukta’ya ‘Depresyona ve dramaya bağımlı olabilir mi insan? İnsan derken kendimden bahsediyorum’ diyorum gülerek. Sanırım bu yüzden bir türlü topraklanmayı kabullenemiyorum.’ ‘Fark etmene çok sevindim’ diyor Mukta. ‘Depresyondayken sen, kendi dramana takılıp kalmışken kime ne faydan olabilir? Ama fark ettin ya artık, yardım gelecek ve her şey yoluna girecek. Pratiğine devam et ve pratikle deşarj et biriktirdiklerini. Güvenmeye devam et. Yardım yolda, bundan hiç şüphen olmasın.’ Birinin, kendi ışığı ile parlayan birinin özellikle gözlerinin içine bakıp ‘Her şey yoluna girecek’ demesi nasıl hafifletici bir umutlanma hali sevgili, anlatacak söz bulamıyorum. Endişelerden uzakta birinin ‘hayatın güvenilir olduğunu’ sana söylemesi nasıl rahatlatıcı... Bu olayın üzerinden bir hafta kadar geçiyor. New Healing Festivali’ne geliyorum. Gongları çıkarıyoruz ve kendi aramızda over tone’lu, gonglu, mantralı ve şiirli bir jam session yapmaya başlıyoruz. O sırada Almanya’nın bilinen ses şifacılarından olduğunu sonradan öğrendiğim Mario çıkıp geliyor. Bana bir haller oluyor adam gelince. Resmen kendime engel olmasam kaçıp gideceğim. İnsan, bazen en çok şifacısına direniyor. Özellikle de mesele en derindeyse. Mario gong çalıyor uzun uzun. Ben bir gidiyorum, bir geliyorum. Duramıyorum Mario’nun yanında bir türlü. İçimde garip bir kıpırdanma. Sonra biraz daha vakit geçiyor. Vakit gece olduğunda leziz tınılar çalınıyor kulağıma. Matthias ile müziği takip edip bir minik tipi çadırının içine giriyoruz. Girer girmez Mario’yu görüyorum. Geri geri gitmek istesem de bana doğru baktığını ve beni oturmaya davet ettiğini görüyorum. Konuşmuyoruz. Önce çadırın ortasındaki yatağa ilişiyor gözüm. Yatağın altı tellerle dolu. Arkadaşlarımızdan biri yatağın altına geçip tellerden harp benzeri sihirli bir müzik yapıyor. Müzik beni sarıp sarmalıyor. Huzurla, hayran hayran sesi dinlerken beni uzanmaya davet ediyorlar. Yatağa boylu boyunca yatıyorum ve sihirli bir müzik akord ediyor bedenimi. Ameliyattan sonra özellikle karın bölgemde büyük değişiklik oldu. Sanki frekansı değişti. Hep bir sertlik ve huzursuzluk hissediyordum açılan bölgede. Kendimi hapishanede gördüğüm rüyadan bu yana da ayak tabanlarımı pek hissedemez olmuştum. Hemen White Tantra’daki köklenme niyetim düşüyor kalbime. Müzikli yatak beni kucaklıyor ve karnımda, ayaklarımın altında titreşimlerle değiştirmeye başlıyor bedenimin şarkısını. Mario o sırada overtone dediğimiz kendi kalbinin şarkısını söyleyerek gong çalıyor. Bir boyut açılıyor odada. Harp, gong, insan sesi, ötesinin sesi ve enerjiler birbirine sarılıyor. Göğüs kafesimdeki, karnımdaki kilitleri bir bir açan bir müzik bu. Tüm bedenim gevşiyor. Yumuşacık oluyorum. Direncim uçup gidiyor. Seansın yeterli olduğuna inandıklarında duruyor her iki şifacı da. Yataktan esneyip kalkıyorum ve Mario’nun yanına oturuyorum. Mario gözlerimin içine bakıyor. ‘Kendimi çok rahatlamış hissediyorum’ diyorum. ‘Mario, bana söylesene ben neden bedenimden çıkmak istiyorum?’ Mario ‘Acını gördüm. Acı sana ait değil ve sen artık ondan özgürleşebilirsin’ diyor. Ellerimden tutuyor ve bilmediğim bir dilde yüksek sesle bir şeyler söylüyor bedenime doğru. Zihnime söylemediğini biliyorum bir şekilde. Sözler bedenime çarptıkça kalçalarımın üzerinde bedenimin ağırlaştığını hissediyorum. Bedenimin içine oturduğumu hissediyorum. Göğüs kafesimin içine yerleştiğimi. Belki garip geliyor bunları okumak sana. Kendin de deneyebilirsin. Bedenimizde olmadığımızda kalça kemiğinin üzerinde hissettiğimiz ağırlık bambaşka oluyor. Ayak tabanlarımızı hissetmiyoruz yürürken. Oysa bedenin içine yerleşmeden bu dünyada tam olarak var olmak mümkün değil. Neşeyi, kahkahayı hissetmek mümkün değil. Ben o gece, o tipi çadırının içinde bedene inmek ne demek deneyimliyorum. Bunun aslında rahatlamak ve güvenmekle mümkün olduğunu anlıyorum. Ben o gece, kendime söylemekten çekindiğim, kendimden gizlediğim kalıplarımı görme cesaretini göstermenin şifanın önünü nasıl açtığını görüyorum. Ben o gece kendi hapishanemin kaçtığım her şeyle örülü bir illüzyon olduğunu, hayatta yüzde yüzümle var olmanın bu hapishaneden tek çıkışım olduğunu öğreniyorum. Sevgili, bugün tüm bunları toparlayıp yazıya dökmeden önce meditasyon yaparken bir vizyon gördüm. Sahilde beyaz bir taş parçasıyım. Her dalgayla sahile doğru sürüklenen ve her dalgayla şeklini biraz daha değiştiren bir taş parçası. Dalganın şekillendirdiği bir taş parçası gibi bırakmayı öğreniyorum kendimi. Her dalgaya, dalganın bana kazandırdığı şekle ve gideceğim yerin yine O olduğu bilgisine güvenerek. Sadece rahat bırakıyorum kendimi. Bırakıyorum bir çocuk bulsun beni, çıkarsın denizden, sahile bıraksın, kumların üzerinde öylece kalayım. Öylece kalmayı da dalga kadar deniz kadar kabul edeyim. Güneşin tadını çıkarayım bu kez de. Rengim değişsin, dokum değişsin. Sonra başka bir çocuk gelip beni tekrar denize atsın. Denizin yüzeyinde kayarak yeniden ulaşayım derinliklere. Ve bileyim ki dalga yine gelecek. Ve bileyim ki ben yeniden vuracağım kıyıya sırf O’na ulaşmak için. Bileyim ki şeklim bambaşka olacak o zaman da. Ben sadece rahatlamalı ve teslim olmalıyım dalgalara. Bırakmalıyım ki deniz beni istediği gibi şekillendirsin. Ben sadece olmalıyım, olabildiğim gibi. Bir taş gibi, kendi içimde yoğun ve kendi yolumda sapasağlam. … Sat nam. Hamburg, İstanbul, Kuşadası 2018 Bu satırları okuyan sevgili,
Sanırım yavaş yavaş öğrenmeye başladığım bir şey var: Akışla uyum içinde olmayı başarırsam, yani direnmezsem olana, kabul edersem olduğu gibi deneyimi, o zaman her daim doğru zamanda, doğru yerdeyim. Duygularım ve fiziksel deneyimler de buna dahil. O zaman yanlış yerde, yanlış zamanda olma, yanlış yapma ihtimalim yok, zira özellikle o anlarda yanlış diye bir şey yok. Guru Nanak’a sormuşlar ‘Cami mi, kilise mi, tapınaklar mı daha kutsaldır?’ diye. Nanak, O’nun olmadığı, sevgisinin değmediği, kutsal olmayan tek bir yer var mı?’ diye yanıt vermiş. Görmeye açık olduğumda, ki bu ancak rahatlamayı başarırsam mümkün, o zaman ilahi akışı biliyor, hatta o akışın kendisi olduğumu, o akıştan ayrı olmadığımı içimin en derininden hissediyorum. Her yaşananın kutsallığını Nanak’ın dediği gibi görebildiğimizde yargının ötesinde bir yere taşınabiliyoruz gerçekten de. Yargının ötesinde özgürlük var. Neşe var, sevgi ve güven var. Kaynak tarafından sevildiğimi, korunduğumu, ‘evde’ olduğumu tümüyle hissettiğim anlar onlar. Bazen kaybolsa da her gün daha uzun süre deneyimlediğim o bütünlük alanı... Bu yıl ikinci kez katıldığım, Almanya’da düzenlenen New Healing Festivali’nde bir hafta süresince hem mantra ve meditasyon üzerine atölyeler yaptım hem de Gong Tapınağı’nda gong çaldım. Bu bütünlük alanında zamansız bir zaman geçirdim yani. Her anı şifayla, sevgiyle, sarılmalarla ve paylaşımla geçen bu haftada ihtiyaç duyduğum pek çok konuda çok kıymetli olduğunu bildiğim rehberlikler aldım. Özellikle de bu festivalin öncesinde katıldığım Fransa’daki Uluslararası Kundalini Yoga Festivali’nde White Tantra gibi 3 günlük derin bilinçaltı çalışmasını deneyimleyerek bu festivale geçtiğim için bilinçaltım festival süresince sanki gözlerimin önüne serilmiş bir çarşı gibiydi. Fark edebildiklerimi, bu bütünlük alanından alabildiklerimi (ya da aldığımı zannettiklerimi 😊) seninle dilim döndüğünce paylaşmaya çalışacağım. ÇEMBERİN İÇİNDE YER ALMAK Bu deneyimlerden beni en çok etkileyenlerden biri Uria Tsur ile yaşadığım çember deneyimleri. Uria Tsur, İsrail’den bir müzisyen. Bütünlük alanını açan spiritüel sanatçılardan ve kalbime sorarsan ruh ailemin en güzellerinden biri. Bana ‘Sister’ diye sarıldığında binlerce yıllık dostluğunu hissettiğim ve kanatlarımı tamir edip, açmama yardımcı olacağını bildiğim bir melek. New Healing Festivali’nde Uria çemberler yapıyor. Çemberlerde geçirdiğimiz eski zamanları bize hatırlatıyor. Hani en gerçek halimizle içimizi döktüğümüz, desteklendiğimiz, sarmalandığımız zamanları. Festivalin 2. ya da 3. günde çaldığımız gongların sesi kalbimde titrerken bir çağrı hissettim içimin derininde ve hiç sorgulamadan kalkıp derhal çağrının nereden geldiğini bile hiç düşünmeden yürümeye başladım. (Zihni susturmak bazen çok iyi geliyor.) Elinde gitarıyla yine bir çember açmış Uria’nın yakınında durdu ayaklarım. Çembere yaklaştım, çember doğal bir salınımla açıldı ve beni içine dahil etti. Deneyimlerin içine çekildiğimiz o kutsal anlardan birinin kapısından geçtiğimi bana anlatır gibi çemberin içine oturur oturmaz tüylerim diken diken oldu; kalbim ‘zihnimin anlamadığı şekilde’ at koşturur gibi küt küt atmaya başladı. KALBİNİN ŞARKISINI SÖYLEMEK KOLAY MI? Tam da o sırada Uria gitarıyla bir ritim tutturdu ve dedi ki ‘Şimdi çemberdeki dostlardan biri ayağa kalkacak, mikrofonu eline alacak, gözlerini gözlerimize değdirecek ve bu ritimle kendi kalbinin şarkısını bize söyleyecek. Eğer bu söylediklerim içinizde bir heyecan ve korku yarattıysa sizi bunu özellikle deneyimlemeye davet ediyorum.’ Kalbim atma hızını cümlenin bitmesiyle 3 katına çıkardı. Bedenim titremeye başladı. Zihnim ne olduğunu anlamıyor fakat bedenim telaş içinde bana şöyle diyordu ‘Sakın ayağa kalkayım deme! Sakın sakın beni bunun içine atma! Bak sakın diyorum! Görülmek istemiyorum. Ben şarkı söyleyemem! Hele insanların önünde hiç söyleyemem! Her şeye atlamak zorunda değilsin! Saçmalamaaa! Hayırrr!’ Ve elimi kaldırdım. Mikrofon elden ele bana doğru ulaştı. Mikrofonun bir elden diğerine geçtiği zaman uzadı, korku karnımdan, yüzüme ve kafa tasımın içinde çalkalanan beynimi saran damarlarıma doğru çıktı. Kalbim küt küt küt küt... Mikrofonu elime gözüne far tutulmuş bir tavşan gibi aldım. ‘Neden korkuyorsan onu yap.’ İçimde bu cümle yankılanırken mikrofona şöyle dedim ‘Bu aşırı korkunçmuş!’ Dürüstlüğün olağanüstü hafifliği! Korktuğunu söyleyebilmenin açtığı o şifalı alan... Uria gözlerimin içine baktı. Gözlerimin içinden kırılmış kanatlarıma baktı ve gördü beni: ‘Sakın gözlerini kapama. Sakın korkunu baskılama. Bir şey olmaya çalışma. Şimdi gelen duygulara, bedeninin tepkilerine izin verme zamanı. Derin bir nefes al ve kendine hepimiz adına ayağa kalktığın için teşekkür et. Hepimizin içindeki korkuyu serbestleştirmek üzere cesaret gösterdiğin için teşekkür et. Bak gözlerimize. Korktuğun her şeyin gözlerine baktığını hissederek bak bize.’ ...tirtir titrerken ben, gözleriyle beni kucaklayan insanlara baktım tek tek. Gören de kendimi kör karanlıklara atıyorum sanacak. Gören az sonra ölmeye gidiyorum sanacak. Bütün sinir sistemim alarmda. Büyük tehlike çanları çalıyor bilinçaltım. Oysa alt tarafı mikrofona şarkımı söyleyeceğim. Kimsenin beni tanımadığı ve yargılasa da hiçbir şeyin fark etmeyeceği bir alandayım. Bana ne oluyor böyle? Zaman genişledi bir kez daha ve içim anlatmaya başladı titrememin sebebini: Sesini çıkaramayan kadınların, söylenememiş sözlerin, paylaşılamamış ışığın sıkıştığı yerde depremler oluyor ve açılıyor baskılanan ışık. Dayan ve nefes al ve söyle şarkını. Anladım. Korkacak gerçek bir şey yokken korkuyu ben yaratıyorum. İçimde korku yaratıyorum... Aslında beni kimse korkutmuyor. Hiç kimsenin elinde bu güç yok. Beni benden başka kimse korkutamaz. Beni ancak ben korkutabiliyorum. Beni korkutma gücünü başkalarına verdiğimi zannettiğimi anlıyorum. Oysa her duyguyu olduğu gibi korkuyu da yaratan benim. Bir anda oradan White Tantra’ya bağlanıyorum. 62 dakika, ya da bir ömür süren meditasyonların içinde, kendime ait odada, bedenimle baş başa, kaslarım ağrırken mesela nefesimle kıpırdamadan durduğum o anlara hızla ışınlanıyorum sanki. Korkunun, direncin, titremenin içinde elimde mikrofon gözlerim çemberde duruyorum. ‘Yapabilirim. Başarabilirim. Özgürleşmeyi kabul ediyorum. Özgür olmayı seçiyorum! İnsanların yargılarından, kendi yargılarımdan, zannettiklerimden, beklediklerimden, beklentilerden... Özgürleşmek için eskiyi yakmayı kabul ediyorum!’ Sessiz anlaşma ve seçim anları. Hayatta dönülen virajlar. Kendimin elinden tutuyorum. Uria ‘Şimdi ayaklarının altından bağlan dünyanın kalbine ve karnından söyle şarkını’ diyor. ‘Gözlerini kapama.’ Ve gözlerim açık dünyanın kalbinden bir nefesle destek alıp kalbimin şarkısını mikrofona ve oradan dünyaya doğru ‘üflüyorum’. Sesimin rengini görüyorum insanların gözünde. Her sesin kendi rengi olduğunu ve gökkuşağı için herkesin sesine ihtiyacımız olduğunu. Orada, korkudan tir tir titrerken kollektifte söylenmemişlerin şifalandığını hissediyorum. ‘Ve şimdi bir daha’ diyor Uria. Nefes alıyorum ve bu kez bambaşka, başka yumuşaklıkta, dünyayı okşar gibi söylüyorum şarkımı. Başka şarkıları kalbime davet edip, kendi rengimi onurlandırarak. Mikrofonu başkasına verip yerime oturuyorum. Yanımdakiler hala titreyen bedenime sarılıyor. Kendimle gerçekten gurur duyuyorum. Kendimi konfor alanımın dışında korktuğumu sandıklarımı yıkma cesareti gösterebildiğim her an daha çok sevebildiğimi fark ediyorum. Wahe Guru! Hayat, sana hayranım! Wahe Guru! Başarmışlık hissi! Yanmadan sonra gelen yenilenme hissi. Ağlamaya devam ediyorum. Gözyaşlarımı öpüyor tenim. Bana sarıldığını biliyorum üst benliğimin. ‘Başarabileceğimizi biliyordum!’ Dünya ve ötesinin arasında boş bir bambu gibiyim. Sanki yaşlı ve bilge bir enerjinin kucağındayım. Zihnim anlamayı bırakıyor, kalbim kutluyor. Uria, o çemberde olan ve hepimizin şifalanmasına alan tutan herkes... Minnettarım. 20-26 Ağustos 2018 Hamburg-İstanbul-Kuşadası. Kalbin sözünü duyduğumu, önüme düşen kuş tüylerinden anlıyorum. Sözcükler, adımlarımla birlikte omuzlarımdan ayaklarıma doğru dökülüyor. Onlara demiyorum ‘şu iyi ya da şu kötü’ diye. Birlikte güzel duranlarını sayfalara yazıyorum. Bazıları toprağa karışıyor öyle ayak tabanlarımdan akıp. Sözün gerçeğini duyduğumda saate bakıyorum, Saatler kendini tekrar ediyor: 11.11, 22.22, 15.15 Onay almış gibi seviniyorum, ‘Evren beni duydu’ diyorum. Sonra ‘Evrenin kendisi benim zaten’ diyorum. İçim dışımı, dışım da içimi duymuş oluyor. Tepemde tiz bir ses yeşil papağan, Gökyüzünde bana bakan bir bulutu yarıp ‘Doğru yoldasın’ diyor. ‘İstersen karıncaya sor’ Karıncalar mutfak penceremin önünden koloni kurdu. İpek yolu adeta. Eğilip onları izliyorum. Sanki tek tek birbirleriyle selamlaşıyorlar. ‘Karıncadan spiritüel hayvan mı olur ya?’ diyorum. Ne zaman duygularım sıkışsa evde sular kesiliyor, Ne zaman enerjim karışsa bir bardak düşüyor elimden tuzla buz. Telefonumun notlar bölümüne yazıyorum şiirlerimi. Bazen yolun tam ortasında ilham geliyor. İlham dediğin bazen görünmüyor ortalarda Ondan, bana uğradığında dünya umrumda olmuyor. Açlığım, tokluğum, kalabalıklığım, çokluğum umrumda olmuyor. Küçük kız çocuklarının saçına taktığı ışıltılı iplikler gibi, Işığın kelime halini tutup tutup yazıyorum notlarıma. Yazmak bana iyi geliyor. Dans etmek bana iyi geliyor. Güneşe, denize, buluta açmak kalbimi bana iyi geliyor. Bana iyi gelenlerin listesini yaptım; Umudu da bana iyi gelenler arasına koydum Sonra, Göğüs kafesimi boydan boya açtım. İçinden yol gibi sözler çıktı. Kalbimin olduğu yerden geçen yollara çiçek ektim. Aşkın uzun halinin değdiği yerlere ağaç, Biraz şiir, biraz resim ve bolca hayal sürdüm üzerine. Kapadım günlerce. Usanmadan suladım kalbimi. Kapandım çiçeklerimin çıktığı yere doğru. Kendimi anladım. En sonunda kendimi anladım... ‘Kendim haricinde herkesi mutlu ettim’ yazıyor Kadıköy sahilde, Yazının altına ‘Sonunda kendi kalbimi mutlu ettim’ yazmak istedim. İlk durağın yerini kendi kalbim yaptım. Önüme 11.11’de bir kuş tüyü düştü ve bağırdı yeşil papağan gökyüzünden Yeni bir yola çıkma zamanım geldi sevgilim; İnanmazsan karıncalara sor. İstanbul-Bodrum Mayıs-Temmuz 2018 Pamuk tarlalarını yeni sürmüşler,
Taşlarını ayıklayıp, tohumları atmışlar, Minik minik yeşillenmiş tarlalar. O pamuklar büyüyecek, Dikenli bitkilerin içinden yumuşacık pamuk çıkacak kısa zaman sonra Bir Ege akşamında memleketime bir daha aşkla bakıyorum. Ne işim var İstanbul’da şarkısı kaldığı yerden çalıyor içimde, Ne zaman bırakıp geleceğim? Bu iki aşkın arasında kalmışlığımı tarlaların yanındaki kırmızı gelinciklere anlatıyorum. Gelincikler kırmızı siyah bakıyor, İşleri güçleri rüzgarda salınmak ne de olsa Dünyadan zarafetle geçmek için ne harika bir görev rüzgarda salınmak Gelincik olasım geliyor. Tuğlalardan yapılmış evlere dokunuyorum gözlerimle, Eski olana ayrı bir aşkla atıyor kalbim Kirlenmemiş geliyor eski olan, dost geliyor. Sütten şişmiş memeleriyle inekler özgürce köy sokaklarında dolanıyor. Yağmurun ıslattığı toprağın kokusunu içime çekiyorum. Yeşile dönmüş küçük süs havuzlarıyla çay bahçelerinde içilen acımsı çayların tadı geliyor ağzıma, Pijamasının üzerine kravat takarak rakıya saygısını gösteren dedemi hatırlattığından belki Kasketleri ve fötr şapkaları seviyorum. Arabada pencereden kafamı uzatıyorum çocukluktan beri Araba gitsin ben izleyeyim, koklayayım, hayran kalayım, Köylü kadınların toprağı çapalarkenki azminden ilham alayım, Mobiletlerin sesleriyle bir ritm tutturayım. Pembe zakkumlar almış başını yürümüş Begonviller açmış; pembe ve mor bağırıyor bahçe duvarlarından ve tabi balkonlardan sere serpe kendini hayata sunarak Nar çiçekleri de açmış Esen rüzgardan esirgiyorum hepsini Yağmur kokusunda güvende hissediyorum kendimi Dudaklarıma en çok kara dut rengi yakışıyor Havada pike yapan bir leylek gördüğümde ‘Bu sene çok seyahat edeceğim’ diye seviniyorum Leylek yuvalarında bebek görür müyüm diye hala bakıyorum Tahta sandalyeler ve dörtlü oyun masalarıyla kıraathaneler tıka basa erkek dolu Kadınlar tarlalarda toprakla konuşadursun Ben akşamın kalbine sığınıyorum Tren yollarını hala seviyorum Ve trenle seyahat etmenin tıngır mıngır ninnisini Bir Ege akşamında memleketime bir daha aşkla bakıyorum Ne işim var İstanbul’da şarkısı kaldığı yerden çalıyor içimde O şarkıyla İstanbul’a dönüyorum Bu kez burada bir minik mola verip yola yeniden koyulmak üzere Yol beni çağırdıkça yürümeye devam ediyorum Hep içimde gelincik olma isteği Rüzgarda salına salına. 1-6 Mayıs, Aydın&İstanbul. Kimdin sen? Birileri gelip kalbini kırmadan önce yani? Nelere gülerdin mesela? Nasıl bakardın insanların gözlerinin içine? Nasıl sever, nasıl sarılırdın? Kalbin daha mı yavaş yoksa daha mı hızlı atardı? Yanakların ne renkti? Dudaklarından hangi sözler dökülürdü? Nasıl öperdin bir dostu, bir sevgiliyi? İyimserliğin aklının nerelerinde çiçek açardı? Çizdiğin resimler daha mı renkliydi? Elbise giymeyi sever miydin? Ağzınla bir ritim tutturup sessizlikte dans etmeyi? Oyun oynar mıydın kendinle? Uyanınca aklına ilk ne gelirdi birileri kalbini kırmadan önce? Kahvaltıda ne yerdin? Filmlere önceden de ağlar mıydın? Ya şiirlere? Karnından kalbine uzanan o boşluğun nasıl acıyla dolabileceğini bilir miydin? Ya kalkan taşımanın dayanılmaz ağırlığını? Tüy gibi hafif miydin yoksa? Umut etmeye inanır mıydın hep? Kimdin sen birileri gelip kalbini kırmadan önce? Hatırla ve çağır o Sen’i. Gel saf halim. Gel neşem. Gel coşkum. Gel ışığım. Gel keyfim gel. 2 Mayıs, Aydın. Her yaz başında bir kutu ipek böceğim ve en az 3-4 tane civcivim olurdu çocukken. Kağıt keseler içinde onları eve itinayla getirişim zihnimde öyle canlı ki... Bu tatlı anının kokusunu, sıcaklığını, tavan yapmış duygularımı ve o civcivlerin yumuşacık tüylerini, o benekli ipek böceklerinin üzerini kaplayan incecik deriyi gözlerimi kapar kapamaz tümüyle hissedebiliyorum ❤️ Her gün dut yaprakları toplamak ve civcivlerimi beslemek en heyecan verici maceramdı. Bir canın yaşamından sorumluluk duymak. Onların ‘annesi’ gibi hissetmek kendini. Büyümelerini, kozalarına girmelerini izlemek. Benim için en keyifli ‘birlikte yaşam’ deneyimlerinden biriydi... Son günlerde doğayla daha fazla birlikte oluyorum ve kalbim ısınarak, sıcacık bir küre halinde göğüs kafesimde pır pır atarken başka bir şey daha hissediyorum: Civciv ve ben, şu zeytin ağacı ve ben, tepemde uçan kelebekler ve ben ve tabi ipek böcekleri ve ben aynı bedeni paylaşıyor gibiyiz. Öyle birlikte yaşar gibi değil de bütünmüşüz, birmişiz, biz birbirimizmişiz gibi... Sanki hücrelerim onlarda farklı şekilde beden bulmuş, sanki ben ağaç olsam, kelebek olsam, civciv olsam böyle görünürmüşüm gibi. Kendimi onlarda görmek gibi. Öyle bir hal ki, toprak da, su da, bu gökyüzü de dokunduğumda bedenimin bir parçası gibi. Bugün civciv avucumda, kalbi pır pır atıyor. Düşünsene dev bir yaratık seni avucuna alıyor. Parmaklarımın ucundan sevginin akışını izliyorum. Karnımda uçuşan baloncuklar var. Heyecan ve sevgiden delirdiğimde salıyor bedenim o baloncukları. Tadını çıkarıyorum, keyfini sürüyorum bir canla bir olmanın o aklımı başımdan alan neşesini. İyi ki diyorum, iyi ki bu bedende bu sevgiyi deneyimleyebilmek için kalmaya devam ediyorum. Her şeye değer diyorum. Tüm karanlığın içinden geçmeye değer... Yeter ki hayatın şarkısı kalbimde mırıl mırıl çalmaya devam etsin. Yeter ki yaz koksun böyle ve civcivlerin minik kalplerinin atışında bütünlüğü hissedeyim, genişleyeyim, sevgiden çıldırayım. Gerisi, baloncuklar, baloncuklar, baloncuklar. Gerisi hep sevgi ☀️ 1 Mayıs 2018, Aydın Gözlerimi kapadım. Ellerim motorun direksiyonunda, Ocak ortasında tatlı bir yazdayım Kulağımda kulaklıklarım ve Kuşların Dönüşü Çalıyor içime doğru. Boynuma bir şal attım, motorda giderken rüzgarda uçuşmasına bayılıyorum Kanatlarım olduğunu, kalbime kuşların döndüğünü, uçabildiğimi hatırlatıyor bana şalım Bir an için gözlerimi kapıyorum, sadece bir an için Hareket halinde mutluluğu iliklerime kadar hissetmek ve hatırlamak bana sonradan iyi gelecek biliyorum Zamanı geldiğinde kullanacağım bu hissi diyor kalbim, alelacele kaydediyorum. Yanımdan kafasında kilolarca ağırlık taşıyan Hintli kadınlar geçiyor ‘Omuzlarımda hayatı taşıyordum; hepsini bırakıyorum’ diyorum kadınlara selam verirken ‘Merhaba aynalarım! Elbiselerinizdeki renkleri kalbime çaldım bugün!’ Evet, itiraf ediyorum: Yaşamayı deli gibi seviyorum! Hayat sevgilim! Sevgilim hayat! Ve beni bırakma hayat! Ve bana kollarını aç hayat! Kollarımı açmama yardım et hayat! İçimdeki çocuk dans ediyor motorla tıngır mıngır ilerlerken Kuşlar dönüyor Turuncu renginde hissediyorum Turuncu bir sıcacıklık Turuncu bir kutlama, turuncu bir kendi hayatımdan memnun olma hali Turuncu bir şükür. Büyük banyan ağaçlarının yanından geçiyorum. Kökleriyle iniyorum dünyanın kalbine Kalbimdeki kuşlar ağaçların dev dallarının üzerime sarkıttığı gölgelere konuyor Yol kenarında adamlar kafayı çekiyor. İnekler turuncu sıcağın içinde otluyor Üzerimde kartallar uçuyor. Gözlerim gördüğü her şeyi öpüyor. Hayatta hep ilerlesem böyle diyorum. Evden sonsuzluğa doğru, kalbimden kendime doğru hep ilerlesem, durmasam hiç olmaz mı? Kendi içimdeki orkestra ile böyle turuncu turuncu Böyle rüzgarda şalım uçarken Ve böylesine özgür, kendimle el ele. Hindistan’da motor üzerinde uçuşan ben gelip kalbime dokunuyor Yüzüme bir gülümseme konuyor. Anı dokunacak yeri biliyor. Kalbim parlıyor İstanbul’da rengarenk bu bahar gününde Yeni ben titreşiyor kalbimde. Gel diyorum, yola çıkmaya hazırım seninle. Gel diyorum, özledim seni içimdeki seyyah. Kendime doğru bir yola daha çıkmaya hazırlanıyorum Kalbimde yine uçuşan şalım, elimde hayatımın direksiyonu, içimde heyecanla zıplayan bir çocuk Turuncu renginde hissediyorum Turuncu bir sıcacıklık Turuncu bir kutlama, turuncu bir kendi hayatımdan memnun olma hali Turuncu bir şükür. İstanbul-Nisan 2018 Kendime yakından baktıkça görüyorum ki kırılmaktan ve ihanete uğramaktan çok fazla korkuyorum. Birinin gelip kalbimi acıtması, bana hali hazırda taşıdığım yaralardan daha fazla yara vermesi ihtimali bile kendimi kapatmama neden oluyor. Peki buna sevgili kalbim ne diyor? Bu son dönemin gündemlerinden biri de yine güven konusuyla paralel olarak sorguladığım, kalbin açık tutulması ya da koruma altına alınması mevzuu. Kalbini açmakta ve kalbine birini kabul etmekte zorlanma halleri. Bunu deneyimlemekle ve bunu yaşayan kişilerin hayatında olmakla ilgili pek çok farklı görüş dinliyorum ve okuyorum. Hem ben deneyimliyorum bu zorlanma halini hem de çevremde deneyimleyenleri gözlemliyorum. (Elbette böyle çünkü aynalarımla yaşıyorum.) Bu yazıyı okuyan sevgili, senin de benim de hayatımızdan bir sürü ilişki geldi geçti. Kimi kaldı, kimi gitti. Zamanlı, zamansız. İsteyerek, istememize rağmen belki. Annemiz, babamız, kardeşimiz, kuzenlerimiz, akrabalar, dostlar, sevgililer, gitmeyecek sandıklarımız, sonsuza dek güvenebileceğimizi düşündüklerimiz ve her türlü zorluğu aşarak hayatımızda kalanlar, düş kırıklıkları, beklentiler ve alınan ego kararları. Bu arada incindiğimiz gibi, muhtemelen incittik de. Yogi Bhajan’ın dediği gibi ‘Mükemmel şekilde kusurluyuz’ zira. Fakat görüyorum ki bazı insanlar bu incinme ve incitme hallerini kolaylıkla geride bırakırken bazıları ise kendisini korumak için bu tarz incinmelerden sonra ciddi kararlar alıp kalbinin çevresine duvarlar örüyor. Huffington Post Marry Pritchard’ın makalesini okurken, Pritchard’ın bu konuda 3 ayrı yaklaşım tanımlaması yaptığını gördüm ve öncelikle seninle bunu paylaşmak istedim. Sence ilişkilerinde hangi yaklaşım sana daha uygun?
Üçüncüyü seçtiysen ilişkiler konusunda hayata ve kendine dair güven sorunların olabilir. (Türkiye’deki bu kolektif bilinçle yaşayıp da kimin böyle sorunları yok o ayrı mesele…) Yine de daha derin bir bağ kurma konusunda çaba sarf ediyorsun. Kalbin yarı randımanlı da olsa, bazen fazla da üstelese denemeye yine de açık. Kendini sevme konusunda dengelenmek sana iyi gelebilir. Biraz Kundalini Yoga ile işin tamam 😊 Hmmm peki ikinciyi seçtiysen? Sevgili, ikinciyi seçtiysen, klübe hoş geldin. Sen de kalbinin çevresine incinmemek üzere duvarlar çekip, kalbini koruma altına almış olanlarımızdansın. Kalbinin Koruma Altında Olması Ne Demektir? Bir insanın kalbi koruma altındaysa o insanın geçmişte çok fazla hayal kırıklığı yaşadığını ve karşısındakine kendini olduğu gibi açma, karşısındakine güvenme konusunda zorluk çektiğini söyleyebilirim. Nereden mi biliyorum? Elbette kendimden. Biliyor musun? Bana bir sürü mesaj geldi kendimi açıkça yazmaya başladıktan sonra ve ben bir karar aldım. Bu hayatta içinden geçtiğim tüm süreçleri bu blogta paylaşacağım. Sadece yaşanmış olmakla kalmasınlar, paylaşılmış, üzerinde ağlaşılmış ya da gülüşülmüş de olsunlar diye. Dürüstçe söylemek gerekirse, kendimi her zaman kalbi çok açık bir insan olarak düşünmüşümdür. Bu durum, özellikle kurumsal hayatımda ya da eski arkadaşlık ilişkilerimde dalga konusu bile olmuştur zaman zaman. ‘Yazık Nur’ demişlerdi örneğin bana bir keresinde. Kimseye kıyamıyorum diye. Baya bildiğin dalga konusu olmuştu bu. ‘O yufka yürekli hayatta olumsuz bir şey söyleyemez’ dediklerine, ‘Sen zaten affedersin’ diye göz devirdiklerine falan defalarca şahit olmuşluğum var. Hayatının bir döneminde insan kendisini başkasının gözünden tanımlıyor biliyorsun. Kendimi hippi zannetmeme şaşırmamalı bu yorumların ardından. Gerçek Şu: Kırılmaktan Acaip Korkuyorum Oysa kendime yakından baktıkça görüyorum ki kırılmaktan ve ihanete uğramaktan çok fazla korkuyorum. Birinin gelip kalbimi acıtması, bana hali hazırda taşıdığım yaralardan daha fazla yara vermesi ihtimali bile kendimi kapatmama neden oluyor. Kalbini koruma altına almış olan insanların genelinin olduğu gibi ve benim taşıdığım en temel kaygı karşımdaki kişiye kendimi olduğum gibi açarsam incinebileceğime dair duyduğum o dayanılmaz ikilem. Daha önce de güvendiğim ve daha önce de incitildiğim için hep savunmada duran, beni hep uyaran sonsuz bir negatif zihin performansının altında ezilen neşem, hevesim, kendimi akışa bırakma potansiyelim. Sonuç itibariyle tek başınalığa ya da yalnızlığa çekilmem ve ilişkilerimi daha yüzeysel tutmaya meyletmem. Tabii ki hayatımızda tek başımıza var olmamız son derece gerekli. Fakat kendimizi yalnızlığa mahkum etmek? Bu geçmişte verdiğim ve yanlış bulduğum, yanlış olduğunu gördüğüm kararlardan ötürü kendimi cezalandırma biçimim olabilir mi? Bunu fark ettiğimden beri kalbimi sürekli korumaya çalışmanın bir hayli ağır bir meşgale olduğunu da görüyorum. Sanki kalbim parlayacak, sanki hafifleyeceğim fakat bu korkular beni sürekli eteklerimden çekiştiriyor gibi. ‘Sevmiyorum kimseyi’ gibi de değil. Resmen çok sevmekten, çok alışmaktan, teslim olmaktan, kalbimi, hayatımı bütünüyle bir başkasına açmaktan korkuyorum. Hep bir ihanet korkusu, hep bir aldatılma, sınır ihlali, kandırılma endişesi. Hep bir ‘Fazla samimiyet tez ayrılık getirir’ inanç kalıbının durduk yere hortlaması. Benim için olduğu kadar çevremdeki insanlar için de zor bir durum elbette. Düşünsene, bana ihanet etmeyeceklerine bir türlü inanamıyorum. İster istemez karşımdaki kişiye kendini sorgulatıyorum: ‘Acaba ben güvenilmez miyim?’ O zaman daha da derinimde suçluluk duygularıyla boğuşuyorum çünkü bir başkasını üzmüş, onu güvenilirliğini sorgulatmış oluyorum. Bu herkesten daha da uzaklaşmama neden oluyor. Bana suçluluk yaşattıkları için daha da uzaklaşıyorum ve çorap söküğü ohooo uzayıp gidiyor. Psikolojik araştırmaları okumaya devam ediyorum bu konuda: ‘Kalbini koruma altına almış kişilerin yalnızca başkalarına değil kendilerine ilişkin de güven sorunları olduğu için karar aşamasında çok daha fazla zamana; geçmişte yaptıkları ‘yanlış seçimler’ dolayısıyla kararlarını defaen gözden geçirmeye ihtiyacı duyduklarını’ görüyorum. Zaman ne kadar uzun ve ne kadar kısa ve ne kadar muğlak bir tabir. Yine de içim rahat ediyor. ‘Geri döndürülmesi imkansız bir şey değilmiş bu’ diyip biraz rahatlıyorum. Bir yandan da geçmişte kalbimi kıranlara, hepsine tek tek yeni baştan öfkeleniyorum. Sonra ‘Her şey olması gerektiği gibi oldu, almam gereken dersleri fazlasıyla aldım’ diye kendimi sakinleştiriyorum. Bazen de ‘Ben kendi kendime yeterim. Hindistan’a gittim, hayatta kaldım. Yanımda kim vardı? Kimse! Benim kimseye ihtiyacım yok!’ diye ego patlamaları yaşıyorum. Sonra yine hayatımdaki dostların kalbimi ısıttığı anları hissediyorum ve pişman oluyorum böyle dediğim için. Diyorum ya zihnim bir onu diyor, bir bunu. İhtiyaç duymakla; hayatında dostların ya da bir sevgilinin varlığını istemek arasındaki farkı fark ediyorum. Bunun sağlıklı olduğunu hissediyorum. Sonra meditasyona oturuyorum ve kalbime soruyorum: ‘Peki bunun hayatıma yansımasını nasıl önleyebilirim?’ Cevap geliyor: ‘Adım adım. Dönüşüm, geçmişle helalleşmek, ancak sabırla olur. Sabırla, küçük adımlarla. Koştuğunu hissedersen yavaşla. Çok yavaş olduğunu görürsen kendini yüreklendirmekten korkma. En verimli alan, kırılganlık alanın. Bunu söylemez misin hep? Anda kalıp hissettiklerinin karşındakinden mi geçmişin yansımasından mı kaynaklandığını gözlemle. Kalbinin kapanmakta olduğunu fark ettiğinde, içine kapandığında kendine şefkat göstermeye cesaret et ve çevrendekilere zamana ihtiyacın olduğunu dürüstçe söyle. Bunda hiçbir bencillik yok, korkma. Yaranı iyileştirmeye öncelik vermek bencillik değil. Uçaklarda ne diyorlar? ‘Maskeyi önce kendine, sonra yanındakine tak.’ Her fark edişinde önce kendi yaralarını şifala. Aceleye getirme. Sen geçmişteki sen değilsin. Yansımaların da aynı olamaz. Biliyorum çok incindin. Biliyorum korkmak için nedenlerin var. Burada tam da onları şifalamak üzere duruyorsun. Her korktuğunda kendinin yanında ol. Kalbin senindir. Kalbinin sahibi sensin. Kalbin, senin istediğin oranda şifalanır, kapıları istediğin kadar aralanır. Ama bil ki karşındaki de sensin. Karşındakine karşı duyduğun her sakınma, her korkunun kaynağı sende. Yok, diyorum ya, dalgalanmalar olduğunda acele etme. Önce rahatla. Sonra adım adım kökün kendini şifalamasına izin ver. Gözlemle. Gözlemle. Gözlemle. Sabırla. Şefkatle. Sevgiyle. Anlayışla. Önce kendine, sonra sen olan karşındakine.’ Sat nam. İstanbul, Nisan 2018 Uzun, upuzun ve içindeyken yüzlerce kez deri değiştiğim bir ilişkiyi geride bıraktım. Aylar oldu, acısıyla daha yeni yeni yüzleşebiliyorum. Böyle zamanlarda önce hayatta kalmaya odaklanıyorum sanırım, bir yolunu bulmaya. Bu yazıyı da tam olarak o ‘Bir yolunu bulmak’ ifadesi üzerinde durmak için yazıyorum. İşte kendime notlarım… Birgün’de Dış Haberler’de çalışırken editörüm Ercan Güler bir gün bu yazdığıma benzer yazılar yazacağımı bana söylemişti ve ona bir hayli sinirlenmiştim. Nasıl yani dünya meselelerini değil böyle ‘kişisel gelişim’ temalı yazıları mı yazacaktım!? Iyyyyy! 😊 Kendime de spiritüelliğe de hayli mesafeliydim o zamanlar. ‘Alayına atar, topuna gider!’ şeklinde yaşıyordum 😊 Şimdi çok garip geliyor o kadar uzak olmak kendimden. Dünyayı değiştirmenin yolunun kendimi dönüştürmekten geçtiğini anlamam zaman aldı. Ne diyeyim, insan dediğin değişiyor. Dürüst olmak gerekirse ‘Hayatını olumsuz etkileyen bir konuyu çözmek üzerinde atılması gereken bilmem kaç adım’ içerikli yazılara bayılıyorum. 😊 Çocukluktan beri bol sınava maruz kalmış biri olarak hap bilgilere tabii ki eğilimim var. Öte yandan yine tabii ki hayat hap bilgilerle çalışmıyor. Çok daha kapsamlı ve mucizevi bir yapısı var. Bu yazıyı hiç bilimsel olmayan, hayatta bulunduğum şu noktada, kendi deneyimlerimden ve çevremdeki dostlarla paylaştıklarımızdan kendime çıkardığım özeti (hap bilgileri) yazdığım koca bir sübjektif yazı olarak okuyun lütfen. Zamanla buraya cümleler eklenir, zamanla buradan cümleler çıkartılır belki. Kim bilir? Neyse… Sadede geleyim. Uzun, upuzun ve içindeyken yüzlerce kez deri değiştiğim bir ilişkiyi geride bıraktım. Aylar oldu, acısıyla daha yeni yeni yüzleşebiliyorum. Böyle zamanlarda önce hayatta kalmaya odaklanıyorum sanırım. Ondan önce de uzun, upuzun ilişkileri geride bırakmıştım. Hepsi farklı acıttı içimi. En sonuncusu hep en çok acıtmış gibi geliyor. Belki de doğrudur, bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da her dip ziyaretinden sonra tekrar sıçrayıp yüzeye doğru yüzmenin ‘bir yolunu’ buluyorum. Tam bir ‘survivor’ım anlayacağın. Hayatta kalmak en iyi becerdiğim şeylerden biri. Neyse ki. 😊 Bu yazıyı da tam olarak o ‘Bir yolunu bulmak’ ifadesi üzerinde durmak için yazıyorum. Belki sen de aynı süreçlerden geçiyorsun, belki benim deneyimim sana da yardımcı olur. Sanki böylece boşu boşuna yaşanmış olmaz bu acı. İçimden öyle geliyor… İşte kendime notlarım… 1- İlişki=Spiritüel Öğretmen İlişkiler, kalbini, en kırılmaya müsait haliyle, bir başkasına açtığın çok kıymetli öğretmenler. Zira, kendini tanıma yolunda yürüyen için gözünün değdiği herkes ayna. Hani derler ya ‘Elçiye zeval olmaz.’ İçinde bulunduğun ilişkiyi hayatında senin yarattığını öncelikle kabul et. Kendi yaratımında, kendi aynana bakarken neler öğrenmen gerektiğini kendine sor. Spiritüel öğretmenler yalnızca matlarda çıkmaz karşına. Sevgilin, en önemli öğretmenin. Öğrenmek için kalbinin kulaklarını sonuna kadar aç. Fransa’da aldığım Kundalini Yoga Eğitimi’nde Karta Singh bana ‘İlişki, en yüksek yogadır’ demişti. Çünkü en çok kırılgan olduğu yerde tepkisel hale geliyor insan. Verdiğin her tepki sana kendini yakından tanıtabilir, bunu hep aklının bir yanında tut. Bunu hep izle. İşin içinde duygular olmadığında bilgileri hatırlamak güzel. Koşulsuz sevgi, dürüst olmak, gerçeklerle yüzleşmek, kendine yaklaşmak, dönüşüm… Bunlar dile kolay da deneyimlerken nasıl? İlişki senin için ne demek ve sen kimsin ilişkinin içindeyken sor bakalım kalbine. Yanıtları yazarak ver kendine. Unutma ilişki=spiritüel öğretmen. 2- Ayrılığa da ilişkiye de karar verirken içindeki dengeleri yakından incele. Gerçek bir ilişkide, bal ayı aşaması geçtiğinde yukarıda bahsettiğim dile kolay tanımların tümünü hayatına uygulaman gereken duraklara geliyorsun. O duraklardan bazen doğru yerlere giden araçlara biniyorsun bazen de kayboluyorsun vardığın yerlerde. O zaman sor kendine, karşındakini suçlamadan, her bir sorunun yanıtını hayatla ilgili duruşunda arayarak: Kendin gibi olma alanın var mı ilişkide? (Ve tabi ilişkide kendin gibi olabilmek senin için ne demektir?) Hayatının merkezinde hanginiz duruyor? Sen mi? O mu? Alıp verme dengenizi sürekli kafana takıyor musun? Kendi içinde güvende misin, huzurlu musun ve bunun ilişkinle herhangi bir ilgisi var mı? Gelecek planları yaparken heyecan mı duyuyorsun yoksa korku mu? Ortak arzularınız var mı? Ortaklaşamadığınız yerlerde birbirinize alan tanıyabiliyor musunuz? Bunlar benim şu satırları yazarken uydurduğum sorular. Yaşadığın ve kalbini acıtan konulara göre, kendin için sorular yaz. Ve yanıtları verirken şunu hatırla: Önemli olan yaşadığın deneyimden kendini keşfederek çıkmak. Kendinin yanında olmak. Bu da deneyiminin kaynağını şifalamak için kendine karşı dürüst olmaktan geçiyor. Örneğin ‘Güvende hissediyor musun?’ sorusunun yanıtını araştırırken kendi içinde, çıkan yanıt aslında senin o insandan ziyade hayata güvenmediğin yönündeyse kendine: ‘Evet, ben hayata güvenmiyorum ve bunu ilişkime yansıtıyorum. Hayata güvenimi tazeleyeceğim’ demekten de bu konuda vazgeçmeden çalışmaktan da çekinme. Öte yandan kendini yakından incelediğinde ilişkide olduğun kişiyle uğradığınız duraklarda kayboluyorsan tekrar tekrar, ayrı ayrı yönlere doğru gidiyorsa hep otobüsleriniz ve hayat deneyimini açıklıkla, kalpten kalbe bağlanıp paylaşamıyorsan karşılıklı veda etmek özgürleştirici olabilir her ikiniz için de. Ne zaman veda etmen gerektiğini bil ve hatırla: Bazen başkalarına ‘Hayır’ demek, kendine ‘Evet’ demek anlamına geliyor. 3- Çivi çiviyi sökmez Ayrıldığında sana ‘Ya boşver ya çivi çiviyi söker’ diyen birileri varsa çevrende onlara kulak asma. Allah aşkına çivinin çiviyi söktüğü nerede görülmüş ki? Bir çivinin üzerine başka bir çivi çakılır mı dene de gör. Çakılmaz. Önce çiviyi olduğu yerden çıkarman gerekir. Çivi duvardan çıkınca ne olur? Boşluk kalır yerinde. O boşluğa çivi çakılır mı? Çakılmaz. Önce boşluğu sıva ile doldurmak gerekir. O sıvanın kurumasını beklemek gerekir. Bunun için sana zaman gerekir. Yani neymiş? Çivi çiviyi sökmezmiş. 4-Acını görmezden gelme. Ama acının kölesi de olma. Vedalar acıtabilir. Gerçek ilişkilerde vedalar acıtır da. Bundan daha doğal ne olabilir? Acına alan açmak, üzüntüne, öfkene ve bunlarla gelen tüm duygulara saygı göstermek senin görevin. Duygularını asla görmezden gelme. Onlarla kal, onların temeline in. Duyguların altında sana dair deniz derya bir bilgi hazinesi var. Duygular, sana seni tanıtabilir. Öte yandan ‘Acı kaçınılmaz fakat acı çekmek tercih meselesi.’ Bunu ‘Acını bir süre sonra bastırmalısın!’ anlamında söylemiyorum. Yoğun acı döneminden sonra acı çekmek konfor alanı haline gelebiliyor. O zamanlarda acıyı kesmek yerine zihnin dikkatini başka yönlere çekmek, acıyı üretime dönüştürmeyi denemek faydalı olabiliyor. Ben kalbimi acıtan duygularla şöyle ilgileniyorum:
5- Geçmişte acıtan ne varsa o anılarla helalleş. Eski ilişkinde deneyimlediğin ve ‘olumsuz’ iz bırakan anlarla uzlaşma noktasını bulmak ilerleyebilmek için çok gerekli. Bunun için o anlara giderek, o anların hislerini bütünüyle yaşamak ve orada sıkışıp kalmış duyguları açığa çıkarmak gerekiyor. Bunu kendini doldurmadan sadece serbest bırakma egzersizi olarak yap. Doğada yaparsan işin çok daha kolaylaşır. Bazen çok cool olmak adına kendini kendine bile ifade etmeme yoluna gidiyorsan bil ki bu kibirden başka bir şey değil ve bu duygular dönüp dolaşıp sana depresyon, nedeni belli olmayan iç daralmaları şeklinde geri dönecek. O anılara dön ve o anıların sana öğrettiklerini bulup kendinin ellerinden tut. Anılarınla helalleş. Oradaki acıdan öyle çok korkuyorsun ki bazen sırf o acıdan geçmemek için hayatı yaşamayı erteliyorsun. Her acı geçiyor. Her acı geçiyor. Her acı geçiyor. Kundalini Yoga’dan da bunu biliyorsun 😊 6- Kendi boşluğunun içinden geçerken kendini biraz daha tanı… Acı anlarından sonra boşluk alanı geliyor çoğu zaman. Kendini şifalama sürecine giriyorsun. O süreçte kendine şu soruları sor ve yanıtlarını yine kendine yazarak ver. Ardından nötr olarak sana alan tutabilecek biriyle karşılıklı olarak konuşup bu soruların üzerinden geçebilirsin: İlişki ne demektir? Hayatında neden bir ilişki istiyorsun? İlişkideyken sen kimsin? İlişkideyken kendi merkezinde misin sevgilini/eşini mi hayatının merkezine koyuyorsun? Birlikte yaşadığınız hayat seni yükseltiyor muydu aşağıya mı çekiyordu? Neden? Kabul görmek ve onay almak ilişkide nasıl bir rol oynuyordu? Onay ve kabul uğruna kendinden ödün verdin mi? Söz vermek, taahhütte bulunmak sana kendini nasıl hissettiriyor? Gelişme alanlarında desteklendin mi? Onu gelişme alanlarında destekleyebiliyor muydun? Başkalarıyla olan ilişkisi sana kendini nasıl hissettiriyor? Kendi yeterlilik ve değerlilik hislerin ne durumda? Terk edilmekten korkuyor musun? Ya tercih edilmemekten? Koşulsuz sevgi nedir senin için? Sınırların neler ve ne kadar esneksin, ne zaman esneyebiliyorsun? Neden? İlişkilerde seni en çok sıkan/en sevdiğin şeylerin listesini yapabilir misin? 7- İlişkilere inanmaktan vazgeçme, kalbine sahip çık Kendinin, düşünce kalıplarının izleyicisi olmaya devam et fakat geçmişin seni yönetmesini izin verme, ön yargılı olma. Her gün yeni, her gün bir diğerinden bambaşka. Hayata şans vermekten, aşka inanmaktan, kalbine sahip çıkmaktan vazgeçme. (Zaten çok romantiksin, istesen de vazgeçemezsin 😊) Kalbin başkasında kalmasın, kalbin senin evin. O hep sende kalsın ama paylaşmaktan korkma kırar biri yeniden diye. Hissedebilmek güzel çünkü. Hissedebilmek, hiçbir şey hissetmemekten yeğ. Hisset. Hisset. Hisset. Minik Bir Dilek Bir sonraki ilişkimin ders olarak değil bir kutsama olarak gelmesini diliyor içimdeki romantik yine de… Usulca, tatlı tatlı 😊 Bu dilek hem senin için bunu okuyan sevgili dostum, hem de benim için. O zaman yürümeye devam edelim. Daha bilge, daha güçlü ve kendimizi biraz daha tanımış olarak. Devam edelim. İstanbul, Mart 2018 |
Yazar'Benim gibi kendisini azıcık da olsa garip hisseden birileri varsa bu satırları okuyan bilmeli ki: Ben, Ben'im, Biz, Bir'iz ve hayatın tek anlamı Ol'duğum(uz) gibi Ol'abilmek. Arşivler
Mayıs 2020
Kategoriler |